Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Zorlu yıllar 9.bölüm

Hastanede bir ayım doluyor, artık canım sıkılıyor. Kışlaya geri dönmek istiyorum. Bir vizite esnasında doktorumun iyileştiğimi ve artık taburcu edileceğimi söylemesine sevinmiştim. O gün taburcu oldum. Kafam yine karışık. Otogara gittim. Bayburt’a mı Erzincan’a mı gideyim? İkilem içindeyim. Bu ruh halimle Erzincan’a bilet kesiyorum. Bu firar ettiğim anlamına geliyordu. Yakalansam benim için iyi olmayacaktı. Serde aşk var. Bütün tehlikeleri göze alıyorum. Erzincan’a gecenin ilerleyen saatlerinde varıyorum. Otele yerleşirken içimdeki yakalanma korkusu, yerini yarın ki randevunun mutluluğuna bırakıyor. Sabah Gülsen’ i görüp hemen Bayburt’a dönüyorum. Kışın en zor günlerini hastanede geçirmiştim, artık önümüz yaz. Döndüğümde benim makineli tüfeğim alınmış, roketatar nişancısı yapmışlar beni. Bölük komutanı izne ayrılmış, yerine başka bir teğmen bakıyordu.

Bir gün mesai saatleri içinde, kışladaki çeşmenin altında yatarken alay komutanına yakalanıyorum. Bana üç gün oda hapsi veriyor. Ufak tefek kazalarla baharı getiriyoruz.

Artık askerliğimin son altmış yedinci gününe girmiştim. Yemekhanede bölük postacısı bana bir telgraf verdi. Büyük bir heyecanla telgrafı açıp okuyorum. Gülsen’ den gelmişti: ‘TEKLİFİNE EVET DİYORUM. STOP. AİLENLE GÖRÜŞ. STOP. ONLARI HEMEN GÖNDER. STOP.” O an başım dönüyor, mideme kramplar giriyor ama acı çekmiyorum. Mutluyum, sevinçten göklerde uçuyorum. Aileme haber göndermem gerekiyor. Hemen nöbetçi astsubayına gidiyorum, durumu anlatıyorum, eve telefon açmam için tereddütsüz izin veriyor. Heyecanımı bastırarak durumu anneme açıklıyorum ve hemen Gülsen’ i ailesinden istemelerini söylüyorum. Annem önce şaşırıyor sonra seviniyor. Bu işi acele yapmasını istiyorum. Çünkü zaman kaybı sorun çıkarır diye korkuyorum Anneme ısrarla çabuk olmalarını söylüyorum. O gece çok mutluyum. Yemekhaneye dönüp herkese çay ısmarlamak istiyorum ama param yok. Önüme gelenle mutluluğumu paylaşıyorum. Akşam geç vakitte yatıyorum. Sabah içim kıpır kıpır uyanıyorum. Yeniden hesaplıyorum kalan günlerimi, geriye sadece altmışaltı günüm kalmış. İçtimaa çıkıyorum.

Bölük komutanımız Gürcan Göksel yeniden izne ayrılmış, yerine iri yarı, atletik, uzun boylu, esmer ve tüm kışlanın çekindiği sert bakışlı, yüzü hiç gülmeyen Üsteğmen Osman Duman bakıyor. İlk yoklamadan sonra eğitim alanına gidiyoruz. Öğle içtimasın da beni çağırıyor. Hiçbir soru sormadan, hiçbir şey söylemeden, elindeki sopayla beni dövmeye başlıyor. Domal diyor, domalıyorum. Popuma vuruyor, bu dayak faslı o yoruluncaya kadar sürüyor. Neler olduğunu ne ben ne de arkadaşlarım anlıyor. Aynı dayak, akşam yoklamasında tekrar ediyor, arkadaşlar nedenini soruyor ama ben de bilmiyorum ki.

Bursa’ lı Bulgar göçmeni bir arkadaş beni tedavi ediyor. Sırtım, popum, bacaklarım mosmor olmuş. Dönüp arkadaşa baktığımda ağlıyordu ve bu acıya nasıl dayandığıma akıl sır erdiremiyordu. Tüm gece uyuyamadım. Sancılarım var. Her tarafım ağrıyor. Buna rağmen sabah tekrar içtimaa çıkıyorum. Komutan yine çağırıp tekme tokat vuruyor, tüm bölüğün önünde rencide etmek istediği belli oluyor, domalmamı istiyor domalıyorum, tekrar vuruyor, onuruma dokunuyor, ses çıkaramıyorum. Birkaç sopadan sonra hiçbir şey söylemeden kalkıp gidiyorum, o da bir şey söylemiyor. Akşam kendimi revire çıkaracakların arasına yazdırıyorum. Sabah revire gidip tedavi olmak istiyorum. Dayanılmaz ağrılar çekiyorum. Sabah revire gideceklerin arasında adım yok. İsmimi sildirtmiş, anlaşılan revirde yasaktı, tedavi olmak da. Bazen günde iki kez tekrarlanıyordu bu dayak faslı. Arkadaşlar buna dayanamayacağımı sanıp firar edeceğimi düşünmüşler. Bu yüzden beni yalnız bırakmıyorlardı. Ben ise firar etmeyi asla düşünmedim. Çünkü zehir zemberek de olsa bitirmek istiyordum şu askerliği.

Artık komutanın gözüne görünmemek için, bana yasak olan cephane nöbetine gidiyorum. Duysaydı bu daha büyük bir suç olacaktı. Ama başkada çarem yoktu. Sabah yediden akşam yediye kadar nöbet tutuyordum. Dayaktan kurtulmanın başka bir çaresi yoktu. Kâh garaj nöbetine, kâh cephane nöbetine gidiyordum. Beni her gördüğünde bir fasıl dayak yemekten kurtulamıyordum. Bir gün alay komutanıyla yolda karşılaştım. Yanında teğmen bir doktor vardı. Alay komutanına beni göstererek:

“İşte bir aydır dayak atılan er budur komutanım”

Albay beni yanma çağırdı, isim künye yaptıktan sonra: “Emret komutanım” dedim.

“Oğlum neden komutanın her gün seni dövüyor?”

“Bilmiyorum komutanım”

“Tamam, gidebilirsin.”

“Emredersin komutanım.”

Bilmediğime inanmadı, sadece ben değil kimse nedenini bilmiyordu. Tüm kışla beni konuşuyor. Tek bildikleri sakıncalı oluşumdu. Ben de herkes gibi firara zorlandığımı düşünüyordum.!

Ve bir gün silahlı eğitim yapılan alana gidiyoruz. Orada çimenler, otlar diz boyu büyümüş. Bölüğe otur emri veriyor. Bana:

“Kalk ayağa!” diyor.

Ayağa kalkıyorum ama bu emrine de bir anlam veremiyorum. Daha yarım saat önce dayağımı yemiştim, tekrar mı dövecekti beni? Esas duruşta beklerken bölük çavuşuna:

“Bu vatan hainine şu otları tek başına yoldurtacaksın, birazdan gelip sonucunu göreceğim” diyor.

Böylece suçumun “vatan Haini” olduğunu da itiraf etmiş oldu. Gönlerdir kafamdaki soruya ben de nihayet yanıt bulmuştum. Bu kez başkasının vatanında adım “vatan haini” ne çıkmıştı. O gittikten sonra tüm bölük benimle alay etmeye başladı. Kimse “vatan hainliğini” bana yakıştıramıyordu. Bütün bir bölük omuz omuza vererek otları ellerimizle yolduk. Gelip bakmadı bile. Artık dayağı kanıksamıştım. O da firar etmeyeceğimi anlamıştı. Yaklaşık bir ay boyunca, kâh tekme tokat, kâh sopayla dayak atıyor ve her gün beni taşımayan bacaklarımla da spor yaptırıyordu bana.

Bir gün eğitim alanındayken, çirkin mi çirkin, kısa boylu, zayıf ve herkesin tipiyle alay ettiği yalaka Urfa’ lı bir Kürt asteğmen beni yanına çağırdı. Yumuşak bir sesle:

“Malatya’da tanıdığın var mı?”

“Hayır.”

“Var var! iyi düşün!”

Ben “yok!” dedikçe ısrarla üstüme geliyor, bir sorgu polisi gibi sıkıştırmaya çalışıyordu. Artık kızmıştım. Onun bu çirkin tavrına anlam veremiyordum. Sonunda

“Peki Malatya cezaevinde kimin var?” Diye sorunca, meseleyi anlamıştım. Bu eniştemi sormaya çalışıyordu? Peki ona ne eniştemden? Eniştemin bizimle, burayla ilişkisi neydi? Başına bir şey mi gelmişti? Ona:

“Eniştem var” dedim.

‘’Adı ne’’?

‘’Şemsettin Takva’’

“Suçu ne?” Siyasi

“Tamam, yerine geç”

“Ne oldu komutanım?”

“Bir şey yok!”

Endişelenmiştim, Eniştemin başına bir şey gelmesi kuvvetle muhtemeldi. Ne yapacaklar bunlar? Alıştıra alıştıra mı anlatacaklar bana? Kendime sorduğum sorulara yanıt aramaya başladım. Eniştemi çok severdim. On iki Eylül onun da üzerinden silindir gibi geçmişti, dört yılı aşkın süredir cezaevindeydi. Diyarbakır Cezaevi cehennemini yaşamış, ölümlerden kıl payı kurtulmuştu. Cezası kesinleştikten sonra bir grup arkadaşıyla birlikte Malatya Cezaevi’ne götürülmüştü. Orada kısmen rahattılar ama her gün yeni provokasyonlarla karşılaşıyorlardı. Yoksa bu provokasyonların birinde başına bir iş mi getirilmişti? Bu süreçte ne ben ne de ailem yeni bir acı daha yaşamaya hazır değildik. Akşam saatlerine kadar tüm olasılıklar üzerinde kafa patlattım. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyordu.

Saat dört civarıydı, istihbarat binbaşısının beni çağırdığını söylediler. Buna bir anlam veremiyordum. Komutanın kapısını çalıp içeri girdim. Nizami bir isim, künye ve duruş gösterdim. Odada binbaşının dışında beni döven üsteğmen ile bir başka bölük komutanı da vardı. Bir soruşturma heyeti oluşturmuşlar gibi oturuyorlardı. Aklıma bir şey gelmiyor ve esas duruşta bekliyorum. Konuşmaya binbaşı başlıyor:

“Oğlum Malatya’da tanıdığın kim var?”

Birkaç saat önce o Urfa’ lı asteğmende aynı soruyu sormuştu. Lafı uzatmadan:

“Cezaevinde eniştem var”

“Suçu ne?”

“Siyasi komutanım.”

“Sana bir kart göndermiş, haberin var mı?”

“Hayır komutanım.”

“Sana bölücü bir kart göndermiş.”

“Komutanım bilmiyorum, görmedim.”

Ellerinde bir zarf var üzerinde “GÖRÜLMÜŞTÜR” kaşesi var. Kartı uzaktan bana gösteriyorlar. Bir anlam veremiyorum, yakından görmek istediğimi söylüyorum, veriyorlar:

“Komutanım bu bir yaprak resmi, bölücü bir anlamı yok ki” dedim. Bu arada dikkatimi sağ üst köşedeki sarı, kırmızı, yeşil çizgiler çekiyor. Görmezlikten geliyorum. Komutan çizgileri işaret ederek:

“Oğlum bu PKK’ in bayrağı’’

İçimden bir gülme geliyor bu cahillere. Aynı tavrı tüm sorgularımda da görmüştüm; her şeyi bildiğini sanan ama aslında hiçbir şey bilmeyen ukalalardı hepsi de.

“Hayır, komutanım o çizgiler PKK’ in bayrağı filan değil.”

“O halde bu Kürdistan bayrağıdır.”

“Değil komutanım.”

“Değil” demem binbaşının dikkatini çekiyor. Kürdistan bayrağım tarif etmemi istiyorlar. Bilmediğimi söylüyorum. Binbaşı:

“Tamam sen çık, sonra seni tekrar çağıracağız!”

İçime bir korku düşüyor, yine bu bölük komutanı bunu fırsat bilip beni haşat edecek diye düşünüyorum. O gün mesai bitimine kadar saklanıyorum kışlada. Artık dayak yiyecek durumda değilim. Her tarafım yara bere içinde, tedavi de olamıyorum. Bunun bir de sabahı var, içtimada kesin dayak yiyeceğim. Sırf dosya üzerinden beni “vatan haini” ilan eden bu adam, eline somut bir koz düşmüşken haşatımı çıkaracak. Öncekilerden daha fazla dayak bekliyor beni. Sabah içtima sına istemeye istemeye gidiyorum. Yolda en çok ağrıyan yerlerimi kontrol ediyorum, bari darbeler buralara gelmese diyorum kendi kendime. Dayakta hangi pozisyona yatsam oralara darbe yemem diye hesaplar yapıyorum. Bu düşüncelerle içtima alanına giriyorum. Aaa.. aaa… Gözlerime inanamıyorum, asıl bölük komutanım izinden dönmüş! Daha önce önemsemediğim bu komutanı şimdi sevmeye ve önemsemeye başlıyorum. Bu komutan beni dövmez, hem dövse bile diğeri kadar acımasız olmazdı. Rahatlıyorum. Yoklamadan sonra beni odasına çağırıyor. Kafamda sorularla odasının kapısını çalıp içeri giriyorum. Çakı gibi bir asker olarak odasına girmem hoşuna gidiyor.

“Oğlum, binbaşı seni istiyor. Yanına git, düzgün bir tekmil ver sonra da sana söylediklerini gel bana aktar”

Bölük komutanının bu sevecen tavırları içimi ısıtıyor, rahatlıyorum.

“Emredersin komutanım!”

Odadan çıkıyorum. Binbaşı ile dün aramızda geçen diyalogu hatırlıyorum. Beni tekrar çağıracağını söylemişti Randevusuna sadık kalmıştı. Acaba ne diyecekti? Başıma yeniden çoraplar mı örülecekti yoksa? Şunun şurasında kaç günlük askerliğim kalmıştı ki, kazasız belasız atlatsaydım şu günleri… Küt küt atan yüreğimle binbaşının kapısında bekliyorum. Oda müsait olunca kapısını çalıp içeri giriyorum. Tüm askeri maharetimi kullanarak iyi bir tekmil veriyorum. Yüzüme bakmadan

‘Burası sivil hayata benzemez, ayağını denk al!”

“Emredersin komutanım!”

“Çıkabilirsin!”

“Emredersin komutanım!”

Büyüttükleri sorunun böylesi bir ihtarla sonuçlanmasına seviniyorum. Aramızda geçen dört cümlelik diyalogu olduğu gibi bölük komutanıma aktarıyorum. Başını sallıyor ve yerime dönmemi söylüyor. Arkadaşlar merakla bekliyorlar beni. Çok kötü bir durumda döneceğimi sanıyorlar. Olayı anlatıyorum. Fikir yürütüyoruz. Eniştemin yolladığı bir karttan dolayı bana ne yapabileceklerim tartışıyoruz. Olasılıklar üzerinde fikir yürütüyoruz. Endişeliyim ama olacaklardan da pek korkmuyorum. Yaşamım daha ağır suçlamalar, sorgular ve soruşturmalarla geçmişti. Bir kartın bana yapabileceği tek şey, birkaç gün fazladan askerlik yapmak olacaktı o kadar. Provokasyona gitmek ya da eğitim zayiatı haline dönüşmek de ihtimaller arasındaydı. Bunlara pek itibar etmiyordum. Yapsalardı daha önce yaparlardı. Ellerinde fırsat vardı. Şimdi yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişim, bu saatten sonra da bir şey yapmaları abes olurdu. Her şeye rağmen daha dikkatli olmak ve birbirimizi gözetlemek üzere fikir birliği yapıyoruz arkadaşlarla.

Urfa’ lı asteğmen sürekli beni izliyor. Bir pişkinlik var adamda. Sonrada öğreniyorum ki eniştemin gönderdiği karta anlam veren oymuş. Bir bilirkişi sıfatıyla ciddiye alınmak hoşuna gitmiş ve revaçta olmak için olayı alabildiğine abartmıştı. Bununla da yetinmemiş; bilmediği konularda brifingler vermiş, böylece egosunu tatmin etmiş, küçük adam olmaktan çıkıp “büyük” ve “önemli” adam olma mertebesine ulaşmıştı. Öylelerine hayatın her alanında rastlanıyordu. Kraldan daha çok kralcı olmak, bir yaşam felsefesiydi bu tür yalaka insanlar için.

Artık geriye kırk günden az kalmış askerliğim. Günleri sayar oldum. Askerliğin bitiminde Gülsen’ le evlenme hayalleri heyecanlandırıyor beni. Günleri iple çekiyorum.

Eniştemin bana gönderdiği kart olayı unutuldu. Dayak yiyişlerim bitti. Her şey eski düzenine girdi. Bölük komutanım yediğim dayakları duymuş, rahatsız olmuştu. Bunu bana belli etmemeye çalışıyordu.

Askerliğimin son otuz günüydü. Bölük yazıcısıyla görüşüyorum. Teskerem hazırlanmış ama binbaşı imzalamaya yanaşmıyormuş. Bunu pek ciddiye almıyorum. Çünkü önümüzde daha bir ay var. Bugünden imzalamasına gerek yok. Son gün bile imzalasa olur. Hem bugün imzalasa ne olacak, son güne kadar imzalanmış teskereyi alamayacaktım zaten.

Son haftaya giriyoruz. Mevsim değişmiş sonbahara dönmüştü. Sonbahar tatbikatları için tatbikat alanına gidiyoruz. Alan, kışladan yirmi kilometre kadar uzakta bir yerde. Dağ havası var orada. Tezkereci olduğum içinde bana görev verilmiyor. Çadırımı kuruyorum. Küçük çadırı bir arkadaşla ortak kullanıyoruz. Sabaha karşı çadır çok soğuk oluyor. Battaniye yetmiyor ısıtmaya. Uyku tulumuna giriyorum. Daha iyi ama hâlâ üşüyorum. Geriye kalan günlerimi uyumadan ve üşüyerek geçirsem ne olacak? Şunun şurasında beş günüm var. Kuşkusuz bu beş gün de geçecek, hangi beş günler geçmedi ki?

Kulağıma binbaşının teskeremi imzalamadığı ve yırttığı bilgileri geliyor. “Bu adamın teskeresini imzalamam” diyormuş.

Öğleden sonraydı, sivil bir taksi tatbikat alanına giriyor. Hepimiz şaşırıyoruz. Tatbikat alanına sivil araç giremezdi. Oralı olmuyorum, taksiyi de unutuyorum. Bir süre sonra bölük komutanının çadırının önünde annem, babam ve küçük bir çocuk gözüme ilişiyor. Bölük komutanıyla görüşüyorlar. Gözlerime inanmıyorum. Hemen yanlarına koşuyorum. Önce onlara sarılmak istiyorum. Asker olduğumu hatırlayınca arzularımı dizginliyorum. Esas duruşa geçerek nizami bir selam veriyorum. Ne komutan ne de babam geldiğimin farkındalar. Annemin elinden öpüyorum, ben oda bana sarılıyor. Bir yumağa dönüşüyoruz. Bacaklarıma sarılan çocuğa bakıyorum. Aaa… bu bizim Zınar! Abimin oğlu Zınar! Henüz üç yaşında. O da asker amcasını görmeye gelmiş buralara kadar. Onu kucağıma alıyorum. Askerlik boyunca ilk ziyaretçimi, askerliğimin bitimine dört gün kala, tatbikat alanında karşılıyorum. Hoş bir sürprizdi. Annemin ve Zınar’ın ellerinden tutarak komutanım ile babam arasında geçen konuşmayı dinliyorum:

“Ferhat’ın dört günü kaldı, eğer yol iznini de verirseniz oğlumu götürmeye geldim.”

“Çok isterdim. Ancak yapabileceğim bir şey yok. Onun teskeresi benim boyumu asıyor.”

“Neden?”

“Tabur komutanı izin vermiyor, onu ikna edemiyorum. Kaç kez teskeresini hazırlayıp binbaşıma sundum, her seferinde ya iade etti ya da yırttı.”

“Bir suçu mu var?”

“Hayır bir suçu yok.”

Teskeremin bölük komutanını aştığını anlıyorum. Demek ki teskereme bölük komutanından daha büyük olanlar karar verecek Komutan beni çağırtmak için emir erine sesleniyor, öne çıkarak orada olduğumu gösteriyorum.

“Oğlum annene babana çay söyle. Biraz hasret giderin. Yemeğe kalmalarını da söyle.”

“Emredersin komutanım!”

Komutan çok ilgili, bu beni mutlu ediyor. Bir masa ve üç sandalye getiriyorlar. Baş başa kalıyoruz. Babama daha önce yazdığım bir mektupta beni teskereye beklememelerini söylemiştim. Bir sorun olduğunu varsayarak apar topar Bayburt’a gelmeye karar vermişti. Babam lafı yolladığım mektuba getiriyor. Kısaca yaşadıklarımı anlatıyorum. Annem üzülmesin diye dayak olayından hiç söz etmiyorum. Eniştemin gönderdiği kartın yaratığı sorunları da hafife alarak daha fazla endişelenmelerinin önüne geçiyorum. Babam:

“En kötü olasılıkla ne yapabilirler?”

“Bunlar ya bana günümde teskere verecekler ya da yirmi bir gün burada tutup bir karar verecekler. Daha fazlası yasal değil.”

Babam üzülüyor. Annem ağlıyor. Teselli etmeye çalışıyorum. “Bu kadar yaptım biraz daha yaparım ne olacak?” diyorum. Israrlarıma rağmen yemeğe kalmıyorlar. Onlar dönerken arakalarından mutlu ama hüzünle bakıyorum. Yeniden ne olacağım bilmediğim bir bekleyişe giriyorum.

Aradan iki gün geçti. Yine sarı bir taksi tatbikat alanına geliyor. Taksi daha uzaktayken arkadaşlar:

“Ferhat! Ziyaretçin var!” diye bağırıyorlar.

“Her gelen taksi ziyaretçim mi olacak?”

Hiç oralı olmamaya çalışsam da göz ucuyla taksiyi takip ediyorum. Evet taksi bizim bölüğün bulunduğu yerde duruyor. İçindekileri göremiyorum. Az sonra taksiden Gülsen ve kardeşi Yüksel iniyor. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor. Hayal mi görüyordum? Hayır, hayal değildi. Sevinçten ayağım yerden kesilmişti. Hızla onlara doğru yürümeye başladım. Bölük komutanın emir eri benden önce varıyor yanlarına. Ona, “Gelenler ziyaretçilerimdir” diyorum. Bölük komutanına söyleniyor. Yine bir masa ve birkaç sandalye gönderiyor komutan. Bir demlik asker çayı göndermeyi de ihmal etmiyor. Komutanın bu tavrı beni mutlu ediyor. Askeri gömleğimin altından kirli atletim gözüküyor. Atletim gözükmesin diye boynumu kasıyorum. Dişlerimin sararmış, gülmemeye çalışıyorum. Güzel haberi iki gün önce annemden almıştım. Nişanımızın yapıldığını söylemişti bana. Yani Gülsen’le biz artık nişanlıydık. Gülsen katran gibi olan çayı içemiyor. Bir saat kadar oturuyoruz. Durumumu onlara da söylüyorum. Beni bir müddet daha beklememelerini söylüyorum, “iki gün sonra da gelebilirim, daha uzun bir süre sonra da” diyorum. Buruk bir vedalaşmadan sonra, gidiyorlar. Bölük komutanı beni yanma çağırıyor:

“Ne o oğlum, hiç ziyaretçisi olmayan senin iki gündür ziyaretçilerin gelip gidiyor?”

“Hiç gelmediler ya, şimdi peş peşe gelerek arayı kapatmaya çalışıyorlar.”

Gülüşüyoruz.

“Şaka komutanım şaka. Teskereden bir hafta sonra evlenecektim. Gelen de nişanlım ile kardeşiydi. Onlara ‘evlenme tarihini erteleyin diye haber gönderince merak edip geldiler.””

“Neden erteletiyorsun ki?”

‘Başka ne yapabilirdim ki komutanım? Duyduğuma göre tabur komutanı imzalamıyormuş. Önüne konulan teskeremi hep yırtıyor muş.”

“Bak oğlum, teskere alman için elimden geleni yapacağım. Bazı şeyler beni de aşıyor. Hele bu şeyler siyasi şeyler olunca hepten aşıyor. Ben her zaman sakıncalılardan memnun oldum, senden de memnunum.”

Giderayak da olsa bazı şeyleri ona söyleme gereğini duydum.

“Bana nöbet cezası verdiğinizde saldırıya uğrayan bendim komutanım. Şikâyetçi olmamam için çok yalvardılar. Ben vukuat şikâyetinden vazgeçtim, onlar ertesi gün vukuat bildirdiler. Siz de sormadan bana ceza verdiniz. Siz izne gittikten sonra yerinize bakan komutan vatan haini’ diye bana olmadık eziyetler çektirdi.”

“Biliyorum.”

Bu “biliyorum” sözcüğünü iç çekerek söylemişti. Duyduklarından rahatsız olduğu her halinden belli oluyordu.

Teskere günüm geldi işte. Bugün karar günü. Sabah her zamanki gibi askeri elbiselerimi giydim. Bölük çadırları arasında dolaşmaya başlayarak olacakları bekliyorum. Saat ona gelirken emir eri komutanın beni çağırdığım söyledi. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Heyecanımı bastırmaya çalışıyorum. Olacakları metanetle karşılamalıydım. Hızlı adımlarla komutanın olduğu yere gittim. Sevecen bir ses tonuyla:

“Hazırlan gidiyorsun.”

“’Eve mi, cezaevine mi komutanım?”

‘Eve gidiyorsun, eve… Gece tabur komutanıyla durumunu görüştüm, bugün imzalayacak teskereni.”

Çok mutluyum. Uçacağım neredeyse. Teskerem yeniden yazılıyor ve yazıcıyla tabur komutanına gidiyor. Yazıcıyı beklerken sivil elbiselerimi giyiyorum, dudaklarımdan güzel şarkılar dökülüyor. Birazdan yazıcı yüzü kızarmış bir şekilde geliyor. Tokat yediği belli oluyordu. Doğrudan bölük komutanına gidiyor. Komutan yüksek sesle bağırıp çağırıyordu. Teskerem tekrar yırtılmıştı. Anlaşılan akşam sarhoş kafayla teskeremi imzalayacağını söylemişti. Sabah ayılınca vazgeçmişti. Teskerem yeniden yazılıyor. Bu kez bölük asteğmeni ile gönderiliyor. O da imzalatamamışı. Asteğmen tokat yememişti, ama fena bozulmuştu. Herkes sonucu merakla bekliyor. Ben artık sivilleri çıkarıp askeri elbiselerimi giymeye hazırlanıyorum.

Bölük komutanım hışımla teskeremi eline aldığını görüyorum. Şoförünü çağırıp hızla ayrılıyor tatbikat alanından. İki saat sonra geldi. Saat öğleden sonra üçe geliyor. Bende merak ile heyecan doruklarda seyrediyor. Beni yanma çağırdı. Hızla yanına gittim.

”Oğlum yemek yedin mi?”

“Hayır yemedim.”

“Git yemeğini ye, yazıcıyı da bana çağır”

Çıkıyorum. Yemek yiyecek halde değilim. Lokmalar boğazımda dizilecek. Kaderimle ilgili olarak bir an önce bilgi sahibi olmak istiyorum. Yazıcıyla birlikte komutanın yanına gidiyorum. Komutan:

“Yemek yedin mi Ferhat?”

“Yiyemedim komutanım”

“Neden?”

“Boğazımdan hiçbir şey aşağı inmiyor ki komutanım.”

“Neyse, ifadeni almam gerekiyor, ondan sonra gidebilirsin, teskeren imzalandı.”

Gözlerim doldu, dokunsalar oracıkta ağlayacaktım. Sadece:

“Sağ olun komutanım!” diyebildim.

Eniştemin kartıyla ilgili bir ifade alınıyor. Zimmetimi teslim ediyorum. Saat beş, karanlık çöktü çökecek, artık gitmek istiyorum. Komutanla ve asker arkadaşlarımla vedalaşıyorum. Hemen dağdan yola iniyorum. İlk gelen kamyona el ediyorum, durmuyor. Ardından bir traktör geliyor, el ediyorum, duruyor. Traktörün kasasına çantamı fırlatıyorum. Çevik bir hareketle bende kasanın içine atlıyorum. Kendimi bir an artist gibi hissediyorum. Kışlanın önünden geçiyorum. Arkadaşlar nöbetteler, el sallıyorum. İnmemi söylüyorlar, bağırarak inmeyeceğimi söylüyorum. Onlara el sallayıp uzaktan vedalaşıyorum. Traktör şehir merkezine yaklaşıyor. Bende hâlâ bir aksilik çıkacak, binbaşı cayacak ve beni durduracaklar endişesi var.

Otogara gidiyorum. İlk arabayla Erzincan’a geçiyorum. Gece otelde kalıyorum. Sabah Gülsen’ in evine gidiyorum. Orada annemle babamın beni beklediklerini görünce mutlu oluyorum. Onlar da gözlerine inanamıyorlar. Yeğenim koşarak boynuma sarılıyor. Gülsen’ e ilk defa eşim olacak bayan gözüyle bakıyorum…

09 Ocak 2003 Ankara

ŞEVKET EPOZDEMIR (Faili Belli Bir Cinayetin Anatomisi)

Faili “meçhul” cinayetlerin yılı. Ülkemde faili “meçhul” cinayetlerin işlenmediği gün yok gibi… Her gün birden fazla Kürt yurtseveri orada burada bu tür cinayetlere kurban gidiyor. Yüreklere korku salmış bu ölümler, herkes kendinden korkar olmuş, herkes yarın sabah evimden işime gidebilir miyim endişesi yaşıyor, korkunun yüzlerde bıraktığı derin çizgileri, yüreklere saldığı berbat paniği, göz bebeklere oturttuğu kuşku ve endişeleri görmek hiç de zor değil. Sabah evden ayrılan her baba gözleriyle çocukları ve eşiyle vedalaşır. Günün ne getireceği, kimi nerede ve hangi pusunun beklediği belli değildi. Her gece el ayak çekildikten sonra babalar veda busesi koyar çocuklarının yanaklarına. Akıllarda hep kapım çalınacak mı? Bir meçhule doğru götürülecek miyim? Bu gece sıra kimde? Kimde?.. Kimde?., insanın beynini çatlatırcasına zorlar “sıra kimde” sorusunun yanıtını aramak….

Ülkemde güneş erken doğar erken batar, güneşe göre mesai yapılır. O gün güneş batalı çok olmuştu, karanlığa rağmen bizim için mesai devam ediyor; çünkü on beş gün önce, bir operasyonla, içlerinde yaşlı amcamın da bulunduğu on beş kişi köklerinden koparılarak evlerinden, işyerlerinden alınmış, bilinmeze götürülmüştüler. Elbet biliniyor; bu götürülüş işkence demek, ayrılık demek, ölüm demek. Sanki herkes anlaşmış gibi söz edilmez bu tür götürülüşlerden. Her yerde gözaltı süresi iki gün, ama ülkemde en az yirmi gün. Her götürülenden sonra düşünürsün, çember daraldı artık sıra bende mi? Beklersin… beklersin… Beklemekten sinirlerin yıpranır, ne olacaksa olsun dersin, ama sana bir şey olmaz. Düşman arar, en iyisini arar! Belli ki o “en iyi” sen değilsin.

Bir haber alıyorum işyerimdeyken, gözaltına alınan on beş kişi savcılığa bugün çıkarılacakmış. Bilirim elbet kimsenin serbest bırakılmayacağını. Savcıya giden yardım yataklık başta olmak özere örgüt üyeliğinden, örgüt yöneticiliğinden yargılanacağını ve uzun süre cezaevlerinde kalacaklarını bilirim. Ama umut bu, ya birilerini bırakırlarsa…

Ofisimde haber bekliyorum, sağa sola telefon ediyorum. Mahkemenin devam ettiğini söylüyorlar, dayanamıyorum karanlık basmadan çarşıya gidip sonucu avukattan öğrenmek istiyorum. Arabama binip Şevket Epözdemir ağabeyin yazıhanesine gidiyorum. Arabamı park ederken iki kişinin beni göz hapsine aldığını fark ediyorum. Bana dikkatlice bakıyorlar, üstleri düzgün değil, ikisi de uzun boylu ve kirli sakallıydılar. Boyunlarında egala benzer bir bez var, ortalık karanlık ama durdukları köşeye yansıyan ışığın yardımıyla onları görebiliyorum. Hemen yanlarında yün çorap satan biri dikkatimi çekiyor. Tatvan da böyle işportacılar yok, kuşkulanıyorum. O iki kişinin göz hapsinde Şevket ağabeyin ofisine doğru yürüyorum. Ön ofiste yirmiye yakın insan oturmuş mahkemenin sonucunu bekliyorlar. Hepsini tanıyorum. Hepsi de gözaltındaki yakınlarının akıbetini öğrenmek için doluşmuşlar oraya. Onları anlıyorum ama içten içe de kızıyorum onlara. Bir insanı zora sokmak budur işte, burası beklenilecek yer mi? Peki nerede bekleyebilirlerdi? Hangi umut kapısında bekleşeceklerdi? Devlete rağmen hukukçu kimliğini koruyan bir başka avukat kalmış mıydı bu kasabada? Bundan başka dost kapısı var mıydı? Bu karmaşık duygular içinde oradakilere selam verip Şevket ağabeyi soruyorum. İçeride olduğunu söylüyorlar. Kapıyı çalıyorum, içeri girdiğimde ön ofistekinden daha sakin bir ortamla karşılaşıyorum; Azad Sağnıç, Niyazi Epözdemir ve Şevket ağabey var. Selamlaşıyoruz. Şevket ağabey yanağımdan öpüyor, ön bürodaki manzaraya rağmen Şevket ağabeyin yumuşak ve sakin davranışları aklıma babamın ona taktığı “aspirin” lakabını getiriyor. Onu başkalarına anlatırken; “O aspirin gibidir. Acil durumlarda tereddütsüz başvurulacak bir ilaçtır. Şevket acılara kalıcı çözümler getirmese de ağrıları dindirir ve her derde deva olur” derdi babam.

– Ağabey mahkemenin sonucu ne oldu?

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

18 − 3 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla