Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

O Türküyü söyle – 5

Selim Çürükkaya / Âdem`i 4. koğuşun koridorundan geri çevirirler.

7. ve 8. koğuşun havalandırma yerine götürürler.

Gördüklerine şaşkınlık içinde bakar.

“Bu da ne?” der kendi kendine.

Ayakta duran her tutuklunun bir elinde servis tabağı, diğer elinde ise kaşık var!

 “Oh! Ya rabbim! Demek ki burada yemek servisi yapıyorlar” diye düşünür. Düşündüklerinin saflığını tutuklular yüzünden okur.

Çaresiz bakışlarla ona bakarlar.

Bu arada komandolar havalandırmayı basarlar.

Dört tutukluyu kollarından tutup fosseptik çukurunun bulunduğu beton kapağın yanına götürürler.

Fosseptik kapağını kaldırtıp tabaklara bok doldurmasını emrederler.

Bu dört tutuklu bütün tutukların tabaklarına bok doldurup servisi tamamlarlar. Herkes elinde kaşığı ve tabağı ile çömelmiş vaziyette gelecek olan komutu bekler.

170

 Komando Akın “Yemeye başlayın çakallar!” Diye komut verince, Kambur bağırarak: “ Çabuk olun lan yavşaklar, son sayı üç! ”

Üç dakika içinde tabaklar kaşıklanarak temizlenir. Temizleyemeyenler için ise işkencelerden işkence beğen safhası başlar!

…. Ve Âdem`i Dante’nin cehennem odalarını dolaştırmaya devam ederler.

 -16-

Âdem Nezan koridora çıkarıldığında nizamı adımlarla kollarını sallayan bir asker gibi yürüyordu. Zebanileri ise beş adım arkadan onu izliyorlardı. Bok yeme sahnesini düşününce, annesinin çok eskiden anlattığı öyküsünü anımsamaya başladı. Hatta kulaklarına annesinin sesi geldi, şöyle diyordu annesi:

“Oğlum Âdem, nelere tanık olmadı ki bu zavallı annen! Henüz 12 yaşındaydım. Tuunst Köyünde yaşıyorduk. Ailemin tek çocuğuydum. Babam Ermeni ve bu köyde demirciydi. Köylülerle aramızda hiçbir sorun yoktu. Hatta köylüler babamı kirve diye çağırırlardı. Birisinin çocuğuna kirve olmuştu, bütün köylüler onu kirve olarak kabul etmişti. Ne olduysa oldu. Bir gün köyün camisine Osmanlı ve Hamidiye alayı askerleri geldi. Onlar camide imamı, imam da cemaati kışkırttı. “Kim Müslüman olmak istemeyen bir Ermeni’yi öldürürse cennete gider” diye milleti kandırdılar.

Evimizin kapısı çalındı.

Burada Âdem Nezan`ın annesinin sesi kesildi ve Adem’in gözlerinin önünde annesinin anlattıkları canlandı:

 Tek katlı bir köy evi.

Bina taştan yapılma, üstü toprak.

Ön tarafındaki duvarda iki pencere ve pencerelerin orta bölümünde tahtadan bir kapı var.

Kızgın bir kalabalık kapıya yüklenmiş.

Atlı askerler milleti galeyana getiriyor:

“Çık dışarı pis Ermeni” diye çağıranlar,

“La ilahe illallah Muhammedîn rasululah” diye bağıranlar var.

171

 Birazdan kapı açılıyor. Kapıda başına siyah yuvarlak kep takmış, yakasız gömlek, siyah şalvar giymiş, pos bıyıklı 40 yaşlarında bir adam beliriyor.

Kalabalıktan biri adamın yakasına yapışıp çekiyor, demirciyi yalın ayak sürükleye sürükleye köyün ortasına getiriyorlar.

Demircinin 12 yaşındaki kızı ağlayarak, babasını sürükleyip götüren kalabalığı köy meydanına kadar izliyor.

 Burada demircinin etrafında bir halka oluşturan asker ve köylüler bağırıp çağırıyor.

Bir asker eline aldığı kürekle bir dut ağacının altındaki çocuk bokunu alıyor, demircinin önüne bırakıyor.

Rütbeli bir Osmanlı subayı kalabalığın duyacağı bir ses tonuyla bakın kendisine bir şans tanıyoruz:

“Ya önüne konan boku yiyecek ya da şahadetini getirecek!” diye bağırıyor. Köylüler hep bir ağızdan:

„Kirve şahadetini getir, kirve şahadetini getir“ diye yalvarıyor.

Demirci dininden olmak ile bok yemek arasında öylece dalmış, duruyor. Bir asker demircinin eline bir çubuk tutuşturuyor.

Subay, köylüleri galeyana getirmek için:

 “Bakın, bakın bok yiyecek ama şahadetini getirmeyecek“ diye bağırıyor. Köylünün biri demircinin yakasına yapışıyor:

“Ye ulan, yine Ermeni inadın tutmasın!” diyerek kızıyor.

Demirci şaşkın bakışlarla köylüyü süzüyor:

“Kirve biraz sabırlı ol, acele etme, bu bok yemektir, başka bir şey değildir!” diyor. Bu sözler karşısında köylüler gülüyor.

Demirci ölümü göze alıyor, çubuğu önündeki boka batırarak ağzına götürüyor… Bu ara subaylardan biri:

172

 “Vurun kafire” diye bağırınca, kalabalık adamı taşlamaya başlıyor, sopalar kafasına iniyor, linç edilerek katlediliyor.

Bu manzarayı izleyen 12 yaşındaki küçük kız, çığlık atarak evine doğru koşuyor. Bu durumu fark eden atlı Hamidiye alayı subayı kızı kovalayarak atıyla önünü kesiyor, eğilip kolundan yakalayarak atın üzerine, kucağına alıyor. Ve diğer askerlerle birlikte hızla köyden ayrılıyorlar.

Âdem neredeyse sendeleyip düşecekti ama tekrar annesinin sesi kulaklarında

 Yankılandı:

Oğlum Âdem, atlı adam beni Lice’ye evine getirdi.

Orada Müslüman oldum. Adamın benim yaşımda bir oğlu vardı. Biz daha on sekiz yaşındayken Şeyh Sait isyanı patlak verdi. Türk devleti ailenin reisini, yakın akrabalarının hepsini öldürdü. Biz de tesadüfen kurtulduk. Üç yıl sonra beni Tuunst`an getiren adamın oğluyla evlendim. Sen bizim üçüncü çocuğumuz olarak doğdun.

– 17-

Yeni girdiği havalandırma 9. ve 10. koğuşların havalandırmasıdır. Kalabalıktan anlaşılmaz bir uğultu yükselmektedir.

Yere çömelmiş tutukluların gözleri yaşlarla doludur.

Kalabalık tutuklu gurubuna yaklaştığında sesler bıçak gibi kesilir.

 Gözler Âdem`e dikilir.

Âdem dikkatlice bakar. Her tutuklunun elinde kuru bir ekmek vardır.

Olağan bir durumla karşılaşmıştır diye sevinir kendi kendine.

Arkasından gelen Akın’ın “Kremi ekmeğin üzerine sür” komutuyla düşüncelerinden sıyrılır.

Koğuşun ortasındaki krem deterjan kutusu tutukludan tutukluya dolaştırılır….! Kutuyu alan her tutuklu krem deterjanı ekmeğinin üstüne sürer.

Ardından bir bidondan bardaklara deterjanlı su doldurulur.

Lokma başına, komutla coplanan tutukluların mideleri doldurulur.

173

 Neler oluyor diye düşünmesine izin verilmeden Mevlut Çavuşun ekibi Âdem`i kolundan tuttukları gibi çekip götürürler.

-18-

Âdem 11 ve 12. koğuşun havalandırmasındadır. Yine hava sıcak.

 Tutukluların tümü belden aşağısı çıplak tutulmaktadır.

Belli ki her günkü rutin uygulamaların başlamasını beklemektedirler. Bir komando asker: “Dikkaaaaat! Hazırmısınız lan ibneler!”

“Hazırız komutanım” diye sesler yükselir.

“Herkes eline bir sigara alsın! Lan göt verenler”

Eller sigaralara uzanır. Ve hazır ol vaziyette komut beklenir.

“Komut bir, Sigarayı yak!”

Tutuklular ellerindeki çakmakla sigarayı yakarlar.

“Komut iki, Sigaranın filtresini kıça tak!”

Sigaralar kıça takılır.

 Komut üç, Domal, Eller dizde volta at!”

Adem buralarda kıçla sigara içirildiğini görünce yaşadıklarının bir kabus olduğuna inanır…!

-19-

“Ya rabbim” der Âdem.

“Ben nereye düşmüşüm? Cehennemin hangi tabakasındayım?

Allah’ım! Eğer burası bir cehennem ise nasıl bu kadar zalim olabilirsin? Yok eğer burası 5 Nolu Diyarbakır E tipi Cezaevi ise bu kadar zulme nasıl tahammül edebiliyorsun? Haşa yoksa benim görmekte olduğum sadece bir rüya mı?” diye serzenişte bulunur.

174

 Belki de akli melekelerimi yitirdim de sadece hayal görüyorum diye düşünür. Neleri yaşamakta olduğuna daha karar kılmadan ayakları ve yanındaki komandolar onu 13. ve 14. koğuşların havalandırmasına ulaştırırlar.

Burada da tutuklular kendilerine reva görülen azap türünü sergilemeye hazırlanmışlardır.

Gördüklerine tutuklu demeye bin şahit lazım. Karşısında iskelete dönüştürülmüş

 Yaratıklar vardı sadece.

İşte bu iskelet yaratıklar az sonra tüm hünerlerini ona göstereceklerdi…

“Öl!” dendi mi ölünecekti, “diril!” dendi mi dirileceklerdi!

Oyunun adı da “Öl-Diril” oyunu olacaktı.

Yanındakiler gerçekten komando muydu yoksa zebani mi, onu bile karıştırmışken, zebani komando Er Akın komutunu verir:

“Yuvarlak halka olarak dizil!”

Tutuklular havalandırma salonunda hemen halka oluştururlar.

“Kısa boylu sen, ortaya geç!”

Kısa boylu tutuklu halkanın ortasına gidip hazır ol vaziyette bekler.

“Öl! dediğimde dikilmiş bir kalas gibi dümdüz yere düşeceksin! Anlaşıldı mı yavşak!”

 Tutuklu yüksek bir sesle “Emredersin komutanım” diye bağırır. Akın:

“Öl!”

Tutuklu ayakta can vermiş gibi bir kalas düzlüğünde yere düşer. Akın:

“Diril”

Tutuklu hızla ayağa kalkarak hazır ol vaziyete geçer. “Öl-diril” oyunu tutuklu kalkamayıncaya kadar devam eder. Sonra sıra bir başka tutukluya gelir.

175

 Adem’i alıp götürürler.

-20–

Koridorların birinde yürütülmektedir Âdem.

Ve kulaklarına işkence feryatları ulaşmaktadır.

Bazen askeri marşlar, bazen da acı yüklü çığlıklardır duydukları.

 Yalvarıp yakarmalar da bu çığlıklara ve askeri marş seslerine karışır.

15. ve 16. koğuşun kapısında hareketlenmeler görür.

Tutuklular tekme ve kalaslarla dövülüp koğuştan havalandırmaya çıkarılmaktadırlar.

En son da o alınır havalandırmaya.

İçeri girince tutukluları anadan doğma çırılçıplak bulur.

Hepsi bir deri bir kemik kalmıştır.

Sıfıra vurulmuş kupkuru kafaları ve çukura düşmüş gözleri ile bir hayaleti andırmaktadırlar.

Cehennemin bu tabakasındaki azabın ne olduğunu merak eder. Asker komutunu verir: “Yavşaklar! Tek sırayı gir!”

 Çıplak tutuklular tek sıra halinde dizilirler.

“Baştaki ibne sırtüstü yat!”

En öndeki tutuklu hazır ol vaziyette sırt üstü yere yatar. “İkinci ibne yatanı bacaklarının arasına al!

Cinsel organını ve testislerini iki elle tut!”

İkinci tutuklu denileni aynen yapar.

“Yavşağı tart! Kaç kilo olduğunu bildir!”

Arkadaşının testislerini ve cinsel organını elleri arasında tutan ve onu kaldıran tutuklu bağırarak:

176

 “ Tarttığım Mardin doğumlu Ali Kaya’dır. 50 kilo gelmiştir. Emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım” der.

Tartan tartılanı yere bırakır.

Bu sefer de tartılan tartanı tartmaya başlar!

Kantar da tartılan da insandı burada. Birinin ayakları yerde, diğerinin ise gövdesi havada.

 Ve daha onlarca kişi vardı sırada.

O tanıktı.

İnsanlar vardı, ama insanlık yoktu burada.

 – 21 –

Şimdi girdiği koğuş tertemizdir.

Tutukluların bakışları tedirgin, suratları bezgindir.

Onu ve yanındaki zebanileri görünce üç sıra halinde dizildiler.

Sırayla, bir, iki üç… diyerek otuz üçe kadar saydılar.

Sayım bitince sessiz kalıp gelecek olan komutu beklediler.

Koğuş gardiyanı Jilet insanın içini ürperten bir ses tonuyla “ Çöp bidonunu koğuşun

 Ortasına al!” dedi.

Bir tutuklu tuvalete koşarak elinde bir çöp bidonuyla birlikte geri döner.

Suratının ortasında sanki cetvelle çizilerek kesilmiş ince ve uzun burnundan dolayı jilet lakabını alan gardiyan:

“Çöpü yere dök!” deyince, sigara izmariti, çamur, süpürge döküntüleri, bez parçaları ve yara sargılarından oluşan pislik koğuşun ortasına saçılır.

Jilet:

“Rahat! Hazır ol!”

Kolları ve bacakları titrer tutukluların. Denileni yaparlar. “ Bütün çöpler yenilecek! Son sayı üç!” diye bağırır Jilet.

177

 İnanılmaz bir hızla çöpler ve çaputlar yutularak mideye indirilir. Jilet “üç!” dediğinde koğuş yalanarak temizlenmiştir bile.

….. Ve Âdem dövülerek 17. koğuştan kovulur.

-22-

Âdem tek başına 19. koğuşun havalandırma kısmındadır.

 Bugün cehennem sessiz.

Koğuşlarda çıt yok.

Zebaniler ise ortalıkta görünmüyorlar….

Zaten itekleyerek onu havalandırma bölümüne atmışlardı.

Kendileri içeri girmediler.

Belki de işkenceci başı “Yeni İcatlarını aktarmak için onları çağırmıştı.

“Şimdilik ortada yoksunuz, ama imanım gibi biliyorum ki Yüzbaşı Esat’tan öğreneceğiniz yeni yöntemleri gelip bütün koğuşlarda uygulamaya başlayacaksınız. Ortalığı cehenneme çevirecek, sessizliği vuracaksınız, ” dedi kendi kendine.

“Zulümden kurulu kalelerinize yeni burçlar ekleyeceksiniz!

Korkularınızdan kurtulmak için korkutmaya çalışacaksınız” diye söylenirken demir kapı açılıyor.

 Zebaniler kahkahalarla havalandırmaya giriyor.

En öndeki Mevlut Çavuş yeşil küçük bir kurbağayı bacağından tutmuş sallıyor; yanındaki dört komando ise kurbağaya bakıp dudaklarını yalıyorlardı.

Mevlut Çavuş avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Havalandırmaya hazırlan! Lan yavşaklar!”

Anahtar şıkırtıları, demir kapının sesi duyuluyor.

Tutuklular koşarcasına havalandırma sahasını dolduruyorlar.

Uzun boylu şişman, kırmızı suratlı 19. Koğuşun gardiyanı Cellat, kıçında durmayan pantolonunu bir eliyle yukarıya çekerek tutukluların karşısına dikiliyor:

178

 “Rahat! Hazır ol!

“Yat! Deyince, yatıyorlar.

“Sürün!” deyince sürünüyorlar. “Kalk!” deyince kalkıyorlar. “Hazır ol!” deyince, oluyor. Cellattın komutlarına harfiyen uyulur.

Ardından tutuklular duvar dibinde sıralanır.

 Bu arada Mevlut Çavuş da havalandırma sahasının ortasına yürür. Bacağından tuttuğu yeşil renkli küçük kurbağayı havaya kaldır ve bağırır: “Gördüğünüz bu kurbağa çiğnenmeden yutulacak” diyor.

“ Daha bitmedi, bitmedi…. Yutulan bu kurbağa tekrar kusulacak!” diye ekliyor. “ Unutmayın bir şartım daha var!”

“ Kurbağa midede bayılmayacak! Bayıltan domalacak!”

Canlı kurbağa sırayla teker teker tutuklulara yutturulur.

İki parmak boğaza sokularak tekrar kusturulur.

Kurbağa bayılmışsa, bayıltan domaltılır, domaltılanların kıçı coplanır. Kurbağayı bayıltmayanlarsa domalmama zaferinin sevincini yaşar.

 Âdem yolculuğuna devam eder.

 -23-

Mevlut Çavuş ve ekibi Âdem`in yüzünü bir koridorda duvara çevirip hazır ol vaziyete geçirdikten sonra kaybolurlar.

Âdem koridorda birinin geldiğini ayak seslerinden anlar.

Yaklaşmakta olan adamı göz ucuyla süzdüğünde; onun bir deli olduğunu fark eder.

Delinin saçı sakalı birbirine karışmış. Üzerinde lacivert bir pantolon, aynı renkten askeri bir mont var.

Deli kendi kendine bir şeyler mırıldanıp konuşuyor.

179

 Dünya umurunda değil, delinin.

Duvara nakşedilmiş Atatürk portresinin karşısına geçiyor

Portrenin altında italik yazıyla yazılmış “ Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesini sesli bir biçimde okuyor.

Vecizeyi okuduktan sonra tekrardan Atatürk’e bakıyor.

 “Çi virreki lavo! Çi virreki!”

“Min got “ez Tırkım” Qet şa nebum. Rezil û perişanbum”[2] Ardından bir kahkaha daha atıyor.

Atatürk’ün portresine bakıyor.

Tu çi bê dengi lavo! Wiha çawxar nenêre min!

Ezê diya Evren’ê tenim ha!![3]

Bu ara Mevlüt Çavuş ve ekibinin ayak sesleri geliyor.

Yan koridordan Adem`in dikili olduğu ana koridora giriyorlar. Adem`e “yürü” diyor Akın. Yürüyorlar. Delinin yanından geçerken Mevlüt Çavuş deliye soruyor:

 “Lan Salih! Ne yapıyorsun burada?”

“Atatürk’le dertleşiyoruz komutanım.”

Mevlut Çavuş: kahkahalarla gülüyor.

Âdem, katillerin de gülebileceğini ilk defa görmenin hayreti içinde kalıyor. Mevlut Çavuş:

“Atatürk’le ne konuşuyordun Salih?”

“Mutlu olmadığımı söylüyordum, komutanım.”

“Peki o ne diyor?”

“ Dili tutulmuş! Konuşamıyor ki ……!”

180

 -24-

Âdem`i 20 ve 21. koğuşun havalandırmasına götürüyorlar.

Deli Salih’in sözleri kulaklarında uğulduyor.

Birkaç dakika sonra yüze yakın tutuklu havalandırma alanında hazır bulunduruluyor. Havalandırmaya gelenlerin tümünün belden yukarısı çıplak!

 Birazdan koğuşun gardiyanı dışarı çıkacak ve ne olacaksa işte o zaman olacak! Komandolar küfürler savurarak havalandırmaya giriyorlar.

Sağa sola komutlar veriliyor.

… ve herkes “hazır odla” bekliyor.

“Rahat!” diyor kısa boylu, sivri burunlu, bol elbiseli ve boynunda kırmızı lekeler bulunan gardiyan.

Yüz tutuklu eğitimli askerlerden daha disiplinli bir biçimde rahata geçiyor. “ Hazır ol!” deyince de aynı biçimde “hazır ol da” duruyorlar.

Uzun boylulara karşı duyduğu aşağılık kompleksi ile gözleri hazır ol da sola yalpalanmış grubun en uzun boylusu bir tutukluya ilişir. Yanına gider “Domal lan yavşak!” der. Tekmelerle uzun boylu tutukluyu yere serdikten sonra “yerine geç!” der Dev.

 Dev:

“Komando marşına başla ve koş!”

Yüz tutuklu hep bir ağızdan

“Komandoyuz biz! Komandoyuz biz!” diye bağırır.

Dev:

“Ses çıkmıyor lan ibneler! Kocatepe ol!”

Komutla birlikte tutuklular havalandırma sahasının ortasında birbirlerinin üstüne binerler.

Dev, diğer komando erlerle birlikte coplarına davranıyorlar.

181

 Saniyeler içinde havalandırma sahasının ortasında insanlardan bir tepecik oluşur. Yüzbaşı Esat zaten çoktan ismini koymuştu bu insan tepeciğinin:

“KOCA TEPE!”

Komando asker:

“Lan sen en üstteki yavşak! Ayağa kalk!”

 En üstte bulunan tutuklu ayağa kalkar.

Dev tepenin üstünde dikilmiş duran tutukluya:

“Lan sen Atatürk’ün Kocatepe’deki pozisyonunu al!”

Kalpaksız tutuklu gözlerinin üstünde eli ile uzaklara bakan Atatürk pozisyonunda arkadaşlarının üstünde ayakta beklerken ayaklarının altından çığlıklar yükseliyor.

Nefesi kesilenler canhıraş feryat ediyor.

Bağırabilenler şanslı! Nefes alamayanlar da bağıramıyor. Dev: “Ayaktaki yavşak!”

İstiklal Marşını oku!”

Tepedeki tutuklu da marşı okumaya başlar, marş “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” dizesiyle son bulur.

 Marş bitince “Kocatepe! Dağıl!” komutu gelir.

Ölen ölmüştür. Kalan sağlar sizindir.

Bayılanların üstüne soğuk su dökülerek ayıltılmaya çalışılır.

Soğuk suyla ayılamayanlar ise falakayla ayıltılır.

Falakayla da ayılamayanların burun uçları çakmakla yakılarak ayıltılmaya çalışılır. Bu hengamede bizim Âdem da payını almıştır!

Ama o, diğerlerinden daha şanslıdır.

Kendisine gösterilmesi gereken şeyler kalmıştır

Ve onu dolaştırmaya çıkaranlar ayaklar altından alıp çıkarmıştır.

182

 Bu “iyiliklerine” karşılık o da nizami adımlarla yürüyerek alındığı yere varmıştır.

 – 25 –

Âdem, eni üç, boyu üç adım olan bir hücrede dolanmaktadır.

Yırtık askeri elbiselerle dolu bir döşeği ve bir de battaniyesi bulunmaktadır. Hücrenin ön cephesi demir parmaklıklarla örülmüştür.

 Arka tarafta ise dar yerde bir tuvalet vardır.

Gece boyunca gözlerine uyku girmez. Gördüğü manzara ve çığlıklarla irkilerek uyanır.

Kendisine batan yatağında ha bire dönmektedir.

Bir diş ağrısı tutmaya başlar.

Bastırmaya çalışır ağrılarını; bastıramaz.

Sonunda “Komutanım” diye bağırmaktan başka çare bulamaz.

“ Ne var lan ibne!” diye bir ses duyar komutanım diye seslendiği taraftan. “Dişim çok ağrıyor” diye inler çocuk saflığıyla.

Hücrenin kapısı açılır. O gece Kambur ile Kara bela nöbetçidir.

 Salona alınır.

Bayılıncaya kadar dövülür.

Bütün vücudu sancılar içinde kalan Âdem diş sancısını da unutur.

Derin bir uykuya dalar……!

-26-

Mevlut Çavuş’la Akın sabahın erken saatinde Adem’i uyandırıp, alelacele salona çıkarırlar.

Mevlut Çavuş:

“Dün akşam bir yerin mi ağrıyordu yavrum!? diye sorar

183

 Âdem, “Dişim! Dişim!” diye mahcup bir şekilde önüne bakarak söylenir. Mevlut Çavuş, merakla:

“Hangi dişin ağrıyor?” der.

Âdem sol üst çenesindeki azı dişini göstererek mırıldanır:

“Aha işte bu dişim” diye yanıtlar.

 “Hayır olamaz!” diye itiraz eder Mevlut Çavuş,

Âdem: “Evet, komutanım bu dişim ağrıyor” diyerek parmağını ağrıyan dişinin üzerine koyar.

Mevlut Çavuş:

“ Siktir lan yavşak, sağ çene alt azı dişim ağrıyor, diyeceksin!” diye bağırır. “Demezsen yamulturum ulan” diye ekler.

Âdem çaresiz kabul eder. Sağ alt çene azı dişinin ağrıdığını…!

Mevlut Çavuş: “Söyle bakim yavrum hangi dişin ağrıyordu?”

Âdem: “Emredersin komutanım! Sağ alt çene azı dişim ağrıyor” diye cevap verir. Mevlut Çavuş ile Akın dişi ağrıyan Adem’i revire götürürler.

Revirin bitişiğinde küçük bir odaya hapsederler.

 Çenesini iki yandan yumruklarlar.

Akın: “Narkoz yok lan yavşak! Biz böyle uyuştururuz!” diye bir de açıklama yapar.

Âdem bir süre sonra perişan bir halde doktorun önüne çıkarılır.

Karşısındaki doktordan çok komando elbisesi giymiş bir elinde kerpeten, diğer elinde çekiçle duran nalende benzemektedir.

“Sağ alt çene azı dişim çürüktür” diyerek eliyle sağlam dişini gösterir. Ağzındaki çürük dişin ağrısı ile sağlam dişini de eline alıp geri döner. – 27 –

184

 Bir inanışa göre zebanilerin konuklarını cehennem katmanlarında gezdirmesi gibi gardiyanlar da onu koğuşlarda, koridorlarda, havalandırma alanlarında dolaştırmaya devam etmektedirler.

İtiraz edecek durumda değildir zaten. Kumandayla hareket eden bir makine gibidir. Neyi emrederlerse çaresiz onu yapacaktır.

 Birazdan onu koridora çıkaracaklarından emindir.

Kara bela ile Kambur kapısının kilidini açıyorlar.

Koridora çıkarıyorlar. Kimsecikler yok ortada.

Sadece kendisinin ve onu yürütenlerin ayak seslerini duymaktadır. Havalandırma sahalarından çığlık sesleri yükseliyor.

Koğuşlar azap içinde inliyor…..

Âdem`i 23. koğuşa götürüyorlar.

Koğuşun kapısı açılıyor, içerisi adeta zifiri karanlık, pencereler kırmızıya boyanmış, içerde ışık yakmak da yasak, bu yüzden koğuş bir yeraltı sığınağını andırıyor. Tutuklular koğuşun ortasında ardı ardına sıraya dizilmiş. Herkesin üzerinde siyaha boyanmış asker elbisesi var. Herkesin kafası dazlak. Herkesin eti gitmiş, iskeleti kalmış. Herkes herkese benziyor burada. Herkes hazır ol da herkesin göğsü öne

 Çıkık, elleri yandan dizlerine yapışık. Herkesin gözleri tavana dikili.

Koğuşa önce Mevlut Çavuş giriyor, onun ardından Âdem, en sonda Kambur, Mevlut Çavuş, önünde dikili heykel topluluğu üzerinde gözlerini gezdirir. Herkesin nefesini bile tuttuğunu anlar. Bu ara, ayakta „hazır ol“ vaziyette dikili olan tutukluların ortasından Mehmet Salih Besen, bütün kuralları çiğneyerek öne doğru fırlar. Mehmet Salih yaklaşık olarak eli yaşındadır. Yaşadığı kötü koşullardan dolayı bir deri bir kemik kalmış, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, yetmiş yaşındaki bir insanı andırmaktadır.

Öne doğru fırlamasıyla: “Eşedur en la ilahe illallah ve eşhedu enna Muhammed’ün Rasulüllah” demesi bir oluyor. Tutukluların arasından çıkıyor, öne geliyor, Âdem`e bakıyor: “Sen de mi öldün, Adem, sen de mi kabire geldin?” diyor. “La ilahe illallah” deyip tutuklulara dönüyor: “Bakın size anlatıyordum, bana inanmıyordunuz, işte Âdem de ölmüş, aha ona soralım” dedi.

185

 Mevlut Çavuş için yeni bir eğlence malzemesi çıktığından duruma müdahale ederek: “Sor ulan, bakalım bu ibne ne diyor?” deyince, Mehmet Salih bir kez daha “la ilahe illallah” çekti.

Âdem`e döndü, diz çökerek ellerini dua eder gibi havaya kaldırdı: “Kurban olayım Adem, sen bana doğruyu söyle, sen öldün mü, kabre geldin mi?” dedi.

Âdem şaşırdı, Mehmet Salih Besen`e baktı, bir şeyler söylemek istedi, ama söyleyemedi. “Bak Âdem, burası kabir, biz hepimiz ölmüşüz, etimiz erimiş, bir kemik

 Kalmışız, burada kabir azabı çekiyoruz” deyince ayağa kalktı, parmağıyla Mevlut Çavuş’u gösterdi: “Bunlar da zebanilerimizdir, la ilahe illallah Muhammed’ün Rasulallah” diye haykırınca, Adem: “Amca yok öyle bir şey, biz gerçek hayattayız” dedi. Mehmet Salih`in bu sözlere tepkisi çok sert oldu: “iki dizi üzerine çöktü, yüzünü Âdem`e doğru kaldırdı ve şöyle bağırdı: “Tövbe de Adem, tövbe! Allahlın takdirini kabul eyle, sen de bunlar gibi olma, öldüğünü artık anla. Burası kabirdir Âdem, burada kabir yasaları geçerlidir. Bak birbirimizle konuşmamız yasak, dokunmamız, ağlamamız, bağırmamız, bir de cuma günü………

Âdem: “Cuma günü “ dedi

“cuma günü ziyaretçilerimiz geliyor. Biz onlara dokunamıyoruz, onlar bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Söylesene Âdem, Cizre`yi iyi biliyorsun!

Cuma günleri mezarları ziyaret etme günleri değil mi? Bak seni kabrimize getirdiler, ölmeseydik sana hoş geldin diyecektim, çoluğunu çocuğunu soracaktım, çay, kahve ikram edecektim, tabakalarımızdan tütün sarıp, sigara içecektik. Ama hani bütün bunlar?”

 Herkes suskun, Mevlut Çavuş kahkaha atıyordu, Kara bela içeri girdi. Mevlut Çavuş, Mehmet Salih Besen`e döndü: “Yeter ulan, artistlik yapma, çık dışarı seni götüreceğim” deyince; Mehmet Salih bir çığlık daha attı: “La ilahe illallah” diyerek ön sırada dikili duran sevdiği Selim Dündar’ın eline yapıştı: “Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum” diye ağladı. Zebaniler onu Âdem ile koğuştan çıkardıktan sonra kapıyı kapattılar. Mehmet Salih Besen ve Âdem Nezan’ı önlerine katarak idare bölümüne götürdüler.

Mevlut Çavuş: “Ulan Mehmet Salih, şimdi karına telefon açacağım, onunla konuşacaksın ona da inanmasan artık s….. Seni! Yaptığın numaralar yeter, yavşak!

Daha önceden temin ettiği telefon numarasını çevirdi, karşı taraftan bir bayan “alo” deyince, Mevlut Çavuş telefonu Mehmet Salih`in eline verdi. Mehmet Salih’in elleri titriyordu. Yüzü sararmıştı. Dudakları arasından “benim ben” kelimeleri döküldü.

186

 Eşi: “Nasılsın, nasıl telefon ettin?” deyince daha da şaşırıp ahizeye baktı: “Tabi, ölüler nasıl telefon eder?” dedi.

Eşi: “Ne ölüsü ne diyorsun sen?” deyince, Mehmet

Salih: “ Yani ben ölmemiş miyim, ne olur bari sen doğruyu söyle” dedi merakla. Eşi ölmediğine dair konuşmaya başlayınca, onun elleri titremeye gözleri kararmaya nefesi daralmaya başladı. Ölmediğine ikna olunca, kalbi durdu ve yere yıkıldı. Mevlut

 Çavuş, Kara bela ve Kambur, Mehmet Salih’i uyandırmaya çalıştılar ama boşuna!

Mevlut Çavuş ansızın hüngür hüngür ağlamaya başlayan Adem’e döndü ve her zamanki küfürle kıçına tekmelerinden birini savurdu:

“Lan yavşak hep senin yüzünden oldu!”

-28-

Âdem hücresinde oturuyor.

Saçı sakalı uzamış.

Eli çenesinde derin derin düşünüyor.

Bitişikteki hücreye yeni birini getirmişler.

Yeni geleni tanımıyor.

Hafızası zaman kavramını kaybetmiş, saati, tarihi sormayı unutmuş.

 Bitişiğindeki adamın da kim olduğunu korkudan soramıyor.

Akşam yemeğini bugün bol getirdiler.

Ama onlara vermediler.

Servis tabaklarını da hücreden uzağa, ellerinin ulaşamayacağı kadar uzaklığa bırakıp gittiler.

Bakıp da yiyemedikleri yemeklerinin üstünde lağım fareleri (Cordon) o gece sabaha kadar cirit attılar.

– 29 –

Gece yarısı hücresinden alındı.

187

 24. Koğuşun gardiyan odasına götürüldü.

Sekiz metrekarelik bir yerdi burası.

Havalandırmaya bakan duvarda bir pencere vardı. Cam yine kırmızıya boyanmıştı. Odanın giriş kapısının karşısındaki duvarda demirden lacivert bir kapı daha vardı. Giriş kapısının üstünde Atatürk’ün bir portresi asılıydı.

 Pencerenin karşısında ise üst kata çıkan merdiven pervazları bulunuyordu. Odaya bir masa ve üç sandalye konulmuştu…

Mevlut Çavuş ortada oturuyordu; sağında Kara bela, solunda ise Kambur vardı. Akın Adem’i giriş kapısının arkasına sakladı.

Bir müddet sonra üst katta açılıp kapanan bir kapının sesi duyuldu.

Merdivenden inen ayak seslerinden bir tutuklunun indirilmekte olduğunu anladı.

Âdem çaktırmadan mazgal deliğinden bakıyordu.

Demek ki 24. Koğuşun gece azabını seyretmeye getirilmişti…… Zayıf, ince, orta boylu bir tutukluydu.

 Gözleri korkudan ay kadar büyümüştü. Elleri titriyordu. Tutuklu masada oturanların karşısına pijamayla dikilmişti. Ve yargılama başlıyor.

Mevlut Çavuş iddianameyi eline alıyor ve okuyor: “Bölücü örgüt üyesi olmak,

Türkiye topraklarından bir parça koparmak,

Bu topraklar üzerinde başka bir devlet kurma eylemine kalkışmaktan TCK 125. maddesi gereğince idam cezasıyla cezalandırılmasını talep ediyorum” diyerek okumasını tamamlıyor.

Yanında oturan Kambur ve Kara bela sessizce birbirlerine danışıyor.

188

 Kısa bir süre birbirleri ile tartıştıktan sonra Kara bela kararı açıklıyor:

“Bu suçun cezası sanığı hemen şu anda şurada asmaktır.” demesiyle birlikte oturduğu yerden ayağa kalkan Kara bela üst kata çıkan merdivenin altında saklı olan bir parmak kalınlığında uzunca bir şerit çıkarıyor. İpi ikinci kattaki merdiven parmaklığına bağlıyor.

Kambur da merdivenin altındaki iki domates kasasını alıyor, pervazdan aşağıya

 Sallanan ipin altında üst üste koyuyor.

Mevlut Çavuş ile Kambur tutuklunun kollarından tutarak, kasaların üstüne çıkarıp ipi boynuna takıyor.

Kara bela elindeki keskiyle yukarı kata çıkıp ipin bağlandığı merdiven pervazlarının yanında bekliyor.

…….Ve Mevlut Çavuş kasalara bir tekme sallıyor.

Tutuklu dolanır ipin ucunda.

Benzi morarır, gözleri büyür

Tam boğulmak üzereyken, Mevlut Çavuştan işaret alan Kara bela, elindeki keskiyle idam ipini kesiyor.

Tutuklu bir kemik torbası gibi yere düşüyor. Bir süre sonra ayılıyor.

 Kambur ve Kara bela tutukluyu sürükleyerek koğuşuna götürüyorlar.. Başkasını indiriyorlar..

Adem’i de hücresine götürüyorlar.

-30-

Mevlut Çavuşun ekibi kapıda hazır bekliyor.

Adem’i 26. ve 27. koğuşun havalandırmasına götürmeye gelmişler. “Hazırlan! Lan yavşak!” diyor Kambur.

“Emredersiniz Komutanım!” deyip “hazır ola” geçiyor Âdem.

189

 Gürültüyle hücresinin demir kapısını açıp dışarı çıkarıyorlar.

Göğsünü ileriye doğru çıkararak “Uygun Adımlarla!” koridorda yürümeye başlıyor Âdem.

Dizlerini karın boşluğuna kadar kaldırıp indiriyor, kollarını da ileriye geriye doğru sallıyordu.

Bu cehennemde olağan adımlarla yürümenin imkânı bulunmadığını artık çok iyi

 Biliyordu.

26. ve 27. koğuşların havalandırmasına girdiğinde tutukluların duvar dibinde çömeldiğini gördü.

Bir anlam yükleyemedi bu garip davranışa. Sadece hayret etmekle yetindi.

Kara bela “sen de çömel lan yavşak!” deyince, o da kader ortakları gibi duvar dibine çömeldi.

Tanıdık bazılarıyla göz göze geldi.

Gözlerin içinde ortak yaşanmışlıklara gitmişken “Dikaaaaaaaaat!” sesiyle irkiliyor.

Hep birlikte ayağa fırlayıp hazır ola geçiyorlar. Tutuklulardan biri:

 “On dördüncü koğuş 40 kişiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutaniiiiiiim!” deyip tekmilini veriyor.

Ellerinde balta sapları ve kalaslarla bir grup komando içeri dalıyor.

Herkesin ortak ismi “Lan! Yavşak! Göt!” iken sopalara haşmetli isimler verilmiş ve yağlı boyayla üstlerine isimleri yazılmıştı:

“Okşa Beni!” “Haydar!” “Kuzu!”

“Ye beni!”

190

 Sopalar isimlerine uygun işlev görüyorlar diye düşünmeye başlamışken… Kambur: “Hazır mısınız lan yavşaklar?” diye bağırıyor.

Tutuklular hep bir ağızdan:

Emredersiniz komutanım! diyerek karşılık veriyorlar.

Akın, elinde uzunca bir zincirle havalandırmanın tam ortasına gelir.

 Aynı anda iki tutuklu da elinde zincir bulunduran Akın’ın yanına iteklenir. Sırt sırta dikilir.

Zincir’in bir ucu bir tutuklunun boynuna, diğer ucu da diğer tutuklunun boynuna bağlanır.

Kambur’un “Başla!” komutuyla birlikte her iki tutuklu zıt yönlere doğru hızla koşmaya başlar.

Zincir gerilince boyunları kırılırcasına geriye itilen her iki tutuklu da sırt üstü yere yıkılır.

Boğazlanmış gibi hırıltıyla nefes alıp verirler.

“Okşa Beni”, “Haydar”, “Kuzu” ve “Ye beni”nin iniş ve kalkışları altında yarı baygın haldeki tutukluların boyunlarındaki zincir çözülür.

Bu kez de zincir başka bir ikilinin boynuna geçirilir.

 -31-

Mevlut Çavuş’un ekibi Adem’i 29. ve 30. koğuşun havalandırmasına ulaştırmışlar. İki koğuşu birden tespih taneleri gibi tek sıraya dizmişler.

Ellerinde sopayla komandolar etraflarını çevirmişler.

Kara bela:

“Rahat! Hazır ol!” Komutunu veriyor.

Tüm tutuklular yek vücut komuta uyuyor.

Kara bela:

191

 “Baştan birinci yavşak çökecek, ikincisi ayakta kalacak, üçüncüsü çökecek dördüncüsü dikili kalacak! Böylece sona kadar düzen alınacak!” der.

Komuta anında uyuluyor.

Kara bela:

“Ayaktakiler çökenlere binecek ve bindikleri kişinin kulaklarını tutacak!”

 Ayaktaki herkes önünde çökmüş olana biniyor, iki eliyle iki kulak kepçesini tutuyor. Kara bela:

“Ayağı kalk!”

Çökenler hızla ayağa kalkıyor.

Kara bela:

“Nerede lan? Kervanın eşeği ile topal köpeği nerede?”

Sıranın en sonundaki tutuklu, bindiği tutuklunun sırtından iniyor.

Sırttan inen tutuklu en öne geçerek eşek gibi dört ayak üzerinde dikiliyor. Diğeri de sıranın en arkasında topal köpek gibi pozisyon alıyor.

Kervan yola hazırdır.

 Kara bela:

“’Tarihi çevir!’ marşıyla yola çık!” diyor.

Biniciler ve “develer’, “eşek” ve “topal köpek” avazları çıktığı kadar: “Tarihi çevir! Nal sesi, kısrak sesi bunlar!” diye bağırıyor.

Kara bela:

“Ses lan yavşaklar! Ses!”

Sesler daha da yükseliyor:

“Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar!”

Binicilerin kıçına sopalar inince sesler daha da yükseliyor:

192

 ”Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler” “Develer” tekmelenir:

”Türkün yüce tarihine bin bir zafer ekler”

Yol fasit bir dairedir.

Ne başı ve ne de sonu vardır.

 Kervan menzilsidir. Dönüldükçe dönülür. Düşen tekmelenir

Yürüyemeyen yürütülür

Âdem Aşık Veysel’i mırıldanır: “Bilmiyorum ne haldeyim

Gidiyorum gündüz gece

Gündüz gece”

-32 –

O gece hücre bölümüne sekiz kişi daha getirmişlerdi. Alt katta her birini bir hücreye koymuşlardı.

 Onuncu hücrede doldurulmuştu.

Kimse kimseyi soramamıştı.

Herkes parmaklıkların önünde ayakta dikilmiş, kaderini beklemişti. Gece saat dokuzdan sonra nöbeti Kara bela devralmıştı.

“İç Anadolu ”da doğmuş, okul yüzü görmemiş, koyun çobanlığından üç bine yakın tutuklunun yöneticiliğine atanmış, uzun boylu, yeşil gözlü, cahil ve vahşi görünümlü bu adam, ustası Esat’tan öğrendiği yöntemi uygulamayı düşündüğü için onuncu hücrenin önüne gitmişti.

Uzunca bir ipi oradaki tutuklunun erkeklik organına bağlamıştı. Yetinmemiş!

193

 Aynı işlemi diğer hücrelerde sürdürmüş.

Dış salondaki masasına on adet ipin ucuyla dönmüştü. Sandalyesine oturmuş

Ve bağırmış:

“Lan yavşaklar kimin ipi çekildiyse tekmil versin!“

 Elinde tuttuğu iplerden birini çekmiş!

“Onuncu hücre Hüseyin Taş! Emredersin komutanım!“ diye bir ses yükselmiş. İkincisini çekmiş:

“Dokuzuncu hücre Ali Elma! Emredersin komutanım!“

Böylece başa kadar gelmiş.

Biraz düşündükten sonra sırıtarak:

“Lan yavşaklar, kimin ipi çekilirse, bir türkü söyleyecek”

Tek bir ağızdan: “Emredesin komutanım!” sesleri yükselmiş.

Kara bela yine elindeki birinci ipi çekmiş.

“Bitlis’te beş minare“ türküsü söylenmiş.

 İkincisini çekmiş:

“Urfa’ya Paşa geldi” sesi yükselmiş.

Tutuklular birer kasetçalar, elindeki ipler de uzaktan kumandaydı.

İstediği parçayı, istediği kaseti sabaha kadar çalmış…….

-33-

Mevlut Çavuş’un ekibi, Akın, Kara bela, Kambur ve Mevlut Adem’i bir gece yarısı hücresinden alırlar.

O gece, dördünün de üzerinde komando elbisesi var. Dördü de mavi bereli.

194

 Elleri sopalı.

31. ve 32. koğuşun dış salonuna götürüyorlar. Duvarda bir Atatürk portresi asılıdır.

Salonda ise iki sandalye bir masa duruyor.

İki mavi bereli komando bir tutukluyu geriyordu.

 Âdem, “İnsan nasıl gerilebilir? diye soruyor kendi kendine. O hayatında gerilen ipler, yüzler, teller görmüştü.

Ama burası Diyarbakır cehennemiydi.

Demek ki burada insanlar da gerilebiliyordu….

Nasıl mı?

İki mavi bereli komando zincirin bir ucunu tutuklunun bir ayağına, diğer ucunu merdivenin demir pervazına bağlıyorlar.

Koğuşun kapısını açıyorlar.

İkinci ayağını da açtıkları kapının mazgal demirine zincirle bağlıyorlar. Koğuş kapısını iteleyerek kapatıyorlar.

 Tutuklu baş aşağı dönüyor…!

Bacakları kapının genişliği kadar geriliyor.

Acılar içinde feryat figan ediyor.

Kimsecikler duymuyor..

Duyanlar da seslerini çıkaramıyor.

Cellatlar istedikleri zaman indiriyor..

Gerilen indirildiğinde bir başkasına geçiliyor..!

-34-

Bugün Adem’i 33. ve 34. koğuşların havalandırmasına götürüyorlar.

195

 150’den fazla tutuklu toplanmış buraya.

Tümüne aynı renkten siyaha boyanmış asker elbiseleri giydirilmiş. Hepsinin kafası dazlak.

Vücutları cılız, yüzleri ürkek.

Bakışlarına sinmiş derin korkular vardı. Yüzlerine de endişe ekilmişti.

 Sanki çaresizlik ve umutsuzluk denizinde yüzüyorlardı.

Mavi bereli komandolarsa kendi aralarında planlar yapıyor, tutuklular da çift sıra halinde dizilmiş kader çizicilerine bakıyordu.

Kambur:

“En baştaki yavşak!”

Sıranın başındaki tutuklu yerinden ayrılıyor.

Koşa koşa Kambur`un yanına varıyor.

“Mahmut Döner, Urfa, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım” diyor. Kambur:

“Belden aşağı soyun!” diyor.

 Âdem soyunuyor.

Kambur tutukluya bir ip uzatıyor.

“Bu ipi sikine ve taşaklarına bağla!” diye bağırıyor!

Tutuklu denileni anında yapıyor.

Kambur, altı metre kadar uzunluğundaki ipin diğer ucunu ise elinde tutuyor. Kambur koşmaya başlayınca,

Tutuklu da onu kovalar.

Kambur koşar.

Tutuklu Kamburu kovalar……!

196

 Acılar, ağrılar, utanç içinde bağırış feryatlarla kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes cinsel organlarından bağlanmasının sırasını bekliyor…. Bağlanmalar yetmiyor, bağlananın bedenine de coplar iniyor.

-35-

Adem’i hücresinden çıkardıklarında merak içindedir.

 “ Bugün değişik bir yere gideceksin yavşak!” diyor Akın.

Onu değişik yere götürecek olanlar yine aynı dört kişidir. Adem’i ortalarına almışlar.

Koridorda yürürlerken koğuşlardan da marş sesleri yükseliyor. Her koğuş değişik bir marşı okuyordu.

İşkence çığlıkları, küfürler, emirler de marş seslerine karışıyordu.

Kocaman bir şehirde sanki bir deprem felaketi yaşanmıştı da enkazlar altında insan bağrışmaları, feryatları, çığlıkları yükseliyor gibiydi.

Seslerin arasından uzunca bir koridora varıyorlar. Adem’i bir kürsünün üstüne çıkarıyorlar.

 Kambur Adem’e ”Önündeki pencereden havalandırmaya bak lan yavşak!” diyor. Âdem havalandırmaya bakıyor:

Saçları sıfır numaraya vurulmuş kadınları görüyor.

Kırk kadar kadındır, havalandırmada dolanıyorlar.

Eli Coplu bir komando onları kovalamaya çalışıyor.

Bir kadını kolundan yakalayıp durduruyor

Kadının adı Aysel, ona “Andımızı” oku diyor.

Aysel başını kaldırıyor, pencereden kendilerine bakan Âdem`i görüyor.

197

 Ve “hayır okumam” diyor.

Komando Aysel`in boğazına iki eliyle sarılıyor, onun incelmiş boyunu sıkıyor.

Aysel karşı koyuyor, boğazına yapışan ellerden kurtulmak istiyor. Ama komandonun güçlü elleri onu boğmak üzere iken,

Başka bir kadın dişi bir kaplan gibi komandonun üzerine atılıyor:

 “Ulan alçak gözlerimizin önünde arkadaşımızı boğdun” diye bağırıyor. Diğer tutuklu kadınların çoğu komandonun üzerine çullanınca,

Âdem Nezan`ı hemen pencereden geri çekiyorlar.

Kadınlar havalandırmasındaki çığlıklar ulaşıyor Âdem`in kulaklarına, Ama kimse duyamıyor kadınların bu çığlıklarını.

Koğuşlardan yükselen marş sesleri, çığlıklarını bastırıyor kadınların. Yükseldikçe kadınların çığlıkları, marş sesleri de yükseliyor tüm koğuşlarda. Âdem, kadınların kin dolu gözlerini unutamıyor.

Çığlıklarındaki isyanı okuyor.

“Bu volkan yakında patlayacak!” tahmininde bulunuyor.

 Onu tez elden hücresine geri getiriyorlar.

-36-

Görmediği tek bir koğuş kalmayınca Adem’in kaderi de belli olacaktı.

38. koğuşun koridoruna birazdan götürülecek, bu koğuştaki itirafçıların da azabına tanık olacaktı.

38. koğuşun önüne geldiğinde Kara bela “dur!” diyor. Duruyor.

Koğuştan iki tutuklu çıkıyor.

Kısaca künyelerini okuyorlar.

198

 Birinin ismi İbrahim Yıldız, diğerininki ise Mehmet Şen’ di.

Karabela:

“Pantolonlar insin lan!”

İbrahim Yıldız ve Mehmet Şen pantolonlarını dizlerine kadar indiriyor. “Donlar da çıkacak Lan!” diyor Karabela.

 Donlarını da çıkarıp belden aşağı çıplak oluyorlar.

“ Mehmet Şen! Sen domal lan!”

Mehmet itirazsız domalıyor ve her iki elini de dizlerinin üstüne koyuyor. “Lan Yavşak İbrahim! Arkadan yapıştır!”

İbrahim, Mehmet’i arkadan kucaklayıp kendine doğru çekiyor.

Zevkten dört köşe olan komandolar

“Bravo, Brraaavo” diye bağırarak tezahürat yapıyorlar.

Bazıları eğilip vaziyeti kontrol ediyorlar.

Mevlut Çavuş:

“Lan yavşak! Seninki kalkmamış!

 Göte boş yapışmışsın!

Değiş sen! Göt!

İbrahim sen domal, Mehmet arkana geçsin!” Değişim hemen yapılıyor.

Bu sefer de Mehmet için tezahürat yapıyorlar.. Vaziyet kontrolünü onun için de yapıyorlar.

Bu kez Karabela eğilip bakıyor:

“ Lan Göt! Seninki de kalkmıyor lan!”

199

 Mevlut Çavuş: Mehmet’in kıçına bir tekme vuruyor: “Bırak lan! Ben kaldırmasını bilirim.!” diyor.

İki itirafçı anında hazır ola geçiyor.

Kambur:

„Lan İbrahim! Sen sırtüstü yat!“

 Sırtüstü uzanıyor.

“Lan Sen, İbrahim’in sikini ağzına al!

Ters dön, Onunkini de ağzına koy! Emmeye başla!” diyor Kambur.

Emme işlemine başlanıyor….

Adem’i ensesinden tutup yüzünü başka bir tarafa çeviriyorlar….

-37-

Vakit bir akşam üzeridir.

Mevlut Çavuş ve ekibi onu hücresinden alıyor.

36 koğuşun küçük salonuna çıkarıyorlar.

“Hazır ol” vaziyette dikiyorlar. Kambur, Karabela ve Akın etrafında dolanıyorlar.

 Mevlut Çavuş, karşısına geçiyor:

“Seninle açık açık konuşmak istiyoruz” diyor Sonra ekliyor:

“Bütün koğuşları gördün!?”

“Evet gördüm komutanım”

“Yalnız bir koğuş var, onu göremedin” “Bilmiyorum komutanım”

“Onu görmene gerek yok.

200

 Orada azılılar kalıyorlar.

Onlar yakında toptan yok olacaklar”

Şimdi söyle bakim, hangi koğuşta kalmak istiyorsun?” Âdem kararlı bir ses tonuyla:

“Toptan yok olacakların koğuşunda!”

 Mevlut Çavuş, tereddütle:

“Öyle mi”? deyince hazır bulunan diğer komandolar da Adem’e coplarla bindirmeye başlarlar.

Çavuş da sille tokat Adem’e girişiyor.

Adem’i döve döve karşıdaki hücreler bölümüne, azılıların bulunduğu yere koyuyorlar. Hücrede bir kendisi, bir de kendi suskunluğu kadar suskun beton duvarlar vardı. Demir kapı üzerine kapatıldıktan sonra, cellatları hızlı adımlarla oradan ayrılıyorlar. Gürültüyle dış kapılar da kapanıyor.

Hücrelere bir sessizlik çöküyor.

Âdem karşı konulmaz bir his ve istekle:

 “Xwedêyooooooooooooooooooo!!!” diye bağırıyor.

Nedendi, niçindi onu kendisi de bilmiyordu.

Belki sessizliğin sesinden korkmuştu, korkusunu kovalıyorken bağırıyordu.

Belki de yaşadıklarını, gördüklerini Tanrı sıfatıyla göklerde oturan o büyük güce anlatmak istiyordu.

Çaresiz miydi yeryüzünde? Belki de göklerde çare arıyordu…. Âdem soluğu kesilinceye kadar

“Xuedeyooooooooooo”( Allahıııııım!)

“Xuedeyoooooooo!”

201

 “Xuedeyooooooooo!“

Diye bağırıyordu.

– 38 –

Burası Diyarbakır zindanının idare bölümü. İkinci katta büyük bir oda.

 Uzunca kül renkli bir masa, ayakları demirden kahve renkli deriden on iki adet sandalye.

Duvarlarda, pencerelerin arasında Atatürk’ün ve cunta lideri Kenan Evren’in asker şapkalı birer posteri asılıdır.

Karşılıklı altı adet pencere odayı aydınlatmaktadır.

Bloklar amiri 6 Asteğmen hazır ol vaziyette ayakta beklemektedirler.

Amirleri Üsteğmen Ali Osman Aydın da onları süzmektedir.

Asteğmenlerden biri 1.95 boyunda yanakları kırmızı, gözleri mavi, şişmanca bir yarma.

Patronu Esat Oktay onu “Minik asteğmen” olarak çağırırdı. Gerçek ismi ise bilinmezdi.

 İşkence ortakları da ona “Apartman Sami” derdi. Üsteğmen Ali Osman Aydın’ ın Malatyalı olduğu söylenirdi.

Bu da otuz beş yaşlarında 1,75 cm boyunda ince, zayıf, sinsi, işkence yapmaktan haz duyanlardandı.

Kambur Asteğmen olarak nam salan kişi ise, Küçük gözleri ve aşağılık kompleksiyle Hafızalarda iz bırakanlardandı.

Diğer Asteğmenler ise ortalıkta fazla görünmezlerdi. İşkenceci komando erlerini koridordan yönetirlerdi.

202

 Burada hazır bulunmalarının gerekçesi ise birazdan bu kapıdan içeri girecek olan patronlarının emri gereğiydi.

Kapı açılıyor. Kırk yaşlarında, kumral, orta boylu, başında mavi bir bere bulunan, komando elbiseli ve yaz olmasına rağmen uzun yağmurluk bir pardösü giymiş, gözlerinin altı morarmış, kaşları çatık, burnu bir karış havada, her şeyi alaya alan, kendisini tanrı sanan, asteğmenlerin yanında bile rol yapan, omzunda yüzbaşı rütbesi taşıyan, bir elinde de kurt köpeği Co’nun ipini tutan bir adam içeri giriyor.

 İçeri girmesiyle birlikte “Merhaba Çocuklar!” diyor. Köpeği Co’nun ipini serbest bırakıyor. Co da bir görevli gibi asteğmenlerin yanına gidip hazır ol da duruyor. Ve sahibini dinliyor.

Esat hızlı hızlı adımlarla salonun ortasına kadar yürüyor.

Ani bir dönüş yapıyor:

“Neler oluyor burada?!” diye soruyor.

Kimseden bir ses çıkmıyor, herkes gözlerini dikmiş ona bakıyor. İriyarı asteğmenin karşısına geçiyor, gözlerini onun gözlerine dikiyor: “Her şey yolunda mı?”

Minik Asteğmen:

“Komutanım Otuz beşinci ko….”

 “Ben burada ne konuşuyorum?

Beni dinle! Ben buraya direkt Genelkurmay’ın emriyle geldim.

Bana Esat Oktay Yıldıran derler.

Ben Kıbrıs’ta Rum çocuğunu kesmiş, babasının karşısında kanını içmiş adamım…!” Minik asteğmen:

“Ama komutanım 35. Koğuşta bir kıpırdanma……”

“Kes ve beni dinle!

Kimse kıpırdanmayacak!

203

 Kıpırdananı susturacaksın!

Benim yöntemlerimi uygulayacaksın!

Çin usulü, Rus usulü yöntemlerim, onlara yetmedi mi ….! Türk usulü işkence yöntemlerini devreye sokacaksın! Bunlar devletin başını ağrıtıyorlarsa bitireceksin!”

 Bitireceksin, anlaşılıyor mu bitireceksin!….. Sonra Minik As Teğmen’e dönüyor.

Düşük bir ses tonuyla:

“Peki, sen bitirmenin ne olduğunu biliyor musun? Minik asteğmen:

“Sizi dinliyorum Komutanım!”

Esat işaret parmağını şakağına dayayarak: “Kafa bu, kafa! Ne var bunun içinde?” Minik Asteğmen:

“Beyin komutanım”

 “Aferin!

Demek ki kafada beyin var?

Ve her şey beyindedir

Bu adamlarda beyin oldukça,

Devletin varlığı tehlikededir.

Devletin bekası için beyinlerini yok etmemiz gerekiyor.” Minik Asteğmen:

“Ama komutanım bunu nasıl yapacağız?”

204

 Esat:

“Nasıl mı?”

Biraz düşünür, volta atar, gidip gelirken Minik Asteğmenin karşısına dikilir: “Beyinde ne var?”

Minik Asteğmen:

 “Düşünce komutanım!”

Esat:

“Güzel, demek ki beyinde düşünce var? Aferin!

Peki düşüncesiz beyin bir işe yarar mı?”

Minik Asteğmen:

“Hayır komutanım”

Esat:

“Şimdi anladın mı, belirsizleştirmenin ne demek olduğunu?” Minik Asteğmen::

“Anladım ama nasıl yapacağız komutanım?”

 “Anladım diyorsun, ama anlamadın! Beni dinle!

Herkes beynini kağıtlara kusacak Ve o kağıtları bana getireceksin! Ne dediğim anlaşılıyor mu?”

Minik asteğmen:

“Ya kusmazlarsa kom….” Esat:

205

 “Ne demek kusmazlarsa?

Kusmayanın kemiklerini kırın!

Kafalarını parçalayın!

Her gün üst üste bindirin piramitler, kuleler yaptırın! Ciğerlerine verem mikrobu sokun.

 Suyu, havayı, ekmeği, güneşi silah olarak kullanın! Bundan sonra yiyecekleri bok, içecekleri sidik olsun!“ Minik Asteğmen:

“Emredersin komutanım!“

Eliyle subaylarına kapıyı gösterir.

Subaylar hızla kapıya doğru yönelirken o arkalarından bağırmaya devam eder: “Beyiiiin! Beyiiiin….! Her gün bir kaç beyin istiyorum!” der.

– 39-

Diyarbakır zindanının hücre bölümünde zamanı ölçen saat ve takvim yoktu. Bu bölüme 35. Koğuş diyorlardı.

 Burası da dört katlı bir yapıydı. Her katında on hücre vardı.

Bütün hücreler doluydu. Bazılarında bir, bazılarında ise beş tutuklu kalıyordu. Hücrelere atılan bu tutuklular daha önceki birkaç direnişe öncülük etmiş olanlardı. Yalnızlaştırıldıklarından sonuçta onlar da fizikken yenilmiş, esir düşmüşlerdi. Ancak yeni bir başkaldırıyı da gerçekleştirebilmenin arayışı içindedirler. Dördüncü kat, 7. hücrede Mazlum Doğan isminde öncü bir isyancı kalırdı.

26 – 27 yaşlarında bir gençti daha. Orta boylu, esmer tenli ve olgun, sempatik bir siması vardı.

206

 Zulüm altındaki bir ülke ve halkın kurtuluşuna yaşamını adamış, dışarıdaki direnişe öncülük ettiği gibi, içerideki bir önceki direnişe de öncülük etmiş, ancak bu eşitsiz savaşta sonuçta yenik düşmüştü.

Yenilmenin doğal sonucu olarak şimdi tecritte tek başına yaşamını sürdürmekteydi. Herkes gibi onun da askeri bez dolu bir yatağı ve bir de battaniyesi vardı.

Tek başına kaldığı bu hücrede günlerce yenilginin nedenlerini ve bu yenilgiden yeni

 bir isyanla çıkmanın yollarını düşünmüştü.

Tarihe inmiş, felsefeyle boğuşmuş, bilime, bilmeye sevdasını anlatmış…….

21 Mart gecesinde, elinde Newroz ateşiyle Demirci Kawa gözlerinin önünden akıp gitmiş…….

Zindanın zulmünü, Asur kralı Dahak`ın zulmüne benzetmiş ve zaman geçirmeden hemen bu gece isyana karar kılmıştı.

Karanlık hücresinde üç adım aşağı, üç adım yukarı….. Dönmüş dolanmış,

hücresinde sessizliği dinlemişti. Bu sessizliği bozmak için sadece kendisinin duyacağı bir ses tonuyla konuşmaya başlamıştı:

“Nedir bu sessizlik?

Bu suskunluk neden?

Neden bu hücreler, bu cezaevi bir mezar kadar sessiz?

 Neden bu zulüm kasırgası hiç dinmek bilmiyor?”

Sonra betondan sekinin üzerindeki yatağına oturmuştu.

Başını ellerinin arasına almış, uzun uzun düşünmüştü.

Ayağa kalkıp daracık hücresinde tekrardan dolanmaya ve söylenmeye başlamıştı:

“Acaba bu gece bir ben mi uyanığım?

Sadece ben mi mazlumum bu zulme karşı?”

Bir süre yere mıhlanmış gibi öylece düşünmüş durmuş, sonra hücre parmaklıklarının önüne gelmiş, dalmış, yakalandığı anı hayal etmeye başlamıştı:

1979 Kasım ayının yirmi dokuzuydu, karanlık basmıştı.

207

 Urfa`dan Mardin istikametine doğru bir taksi hızla gidiyordu. Urfa`nın şehir çıkısında iki trafik polisi, aracı durdurdu.

Taksinin şoförü uzun boylu 28 yaşlarında esmer bir adamdı, üzerinde deri bir ceket, aynı renkten siyah bir pantolon vardı. Polis kimliğine baktı, adı Hacı, Suruç nüfusuna kayıtlıydı. Şoförün yanında oturan genç Mazlum Doğan idi. Üzerinde sahte bir kimlik vardı, fakat polis bilmiyordu. Kimliğine baktı Mehmet Şenol, Ceylanpınar doğumlu diye yazıyordu. Aracın arka tarafında bir bayan bir erkek daha vardı. Polis bayanın

 kimliğini istedi. Kendisine uzatılan kimliğe baktı. Adı Ayşe Öztürk yazılıydı. İsim üzerinde biraz oynanmıştı, doğum tarihi de Tunceli olunca, polisin dikkatini çekmişti. Polis eğilip dikkatlice bayanın yüzüne bakmış, siyah saçlı, kara kaşlı yirmi yaşlarında genç bir bayan, diğer polis, bayanın yanında oturan erkeğe: “Bu bayan senin neyindir?” diye sorunca, kısa boylu saçları dökülmüş, ince zayıf, gerçek adı Yıldırım olan kişi: “Ben bu bayanı kaçırmışım” deyince polisin kuşkuları arttı. Bayanın kimliğini elinde tutan polis, Yıldırım’a : “Bayanın doğum tarihi kaç?” Diye sordu. Yıldırım kem küm etti. Anne adını, baba adını sordu, hiç birini bilemedi. Mazlum Doğan işlerin kötüye gittiğini anlayınca arabadan indi, bir polisin yanına gitti, kulağına eğildi: “Polis bey, karışmayın bu gönül işidir, biraz yolunuzu bulun bırakın gençleri” dedi. Polisin biri razı oldu. Ama diğeri itiraz etti: “Şoförü bilmem, eğer bu üçü anarşist değilse, bıyıklarımı keserim” dedi. Ve dördünü de arabadan indirdiler. Arabadan biraz uzaklaştılar.

Polisin biri: “Ellerinizi başınızın üzerine koyun” deyince, denileni yaptılar. Diğer polis arabanın içini didik didik aramaya başladı, siyah bir çanta buldu, eline aldı, taksiden çıktı, fermuarını açtı içine baktı, iki pasaport, yazılı dokümanlar, birisinin başlığını arkadaşının da duyacağı bir sesle okudu. “PKK Merkez Komite kararları” deyince her ikisi birden silahlarını çekerek elleri başları üzerinde kenetli olanlara doğrulttular. Bir

 polis telsizle başka birliklere haber verdi ve bir kaç dakika geçmeden etrafları sarılıp, elleri arkadan kelepçelenerek polis arabalarına doğru götürüldüler.

Mazlum başından aldığı yumruk darbesinin acısını tekrar hissedince, kendine gelmişti…

Elini cebine atmış, bir kibrit kutusu çıkarmıştı. Kutudan çıkardığı kibrit çöplerinden birini yakarak: “Bu Kürdistan`ın bağımsızlığı ı için”

İkinci kibriti yakmış:

“Bu özgürlük için”

208

 Üçüncüsünü yakmış:

“Bu da demokrasi için” demişti.

Yanan üç kibriti parmaklıklardan dışarı atmıştı.

Arkadaşları Mazlum’un yaktığı üç kibritin alazını görmüş, ama bir anlam verememişlerdi.

Parmaklıkların önünde yanan kibritler sönünce, geri dönerek kendi kendisiyle

 konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti:

“Esat bize iki yol dayatıyor:

Ya Kürdistan davasını terk dererek, köle gibi yaşmak! Yada Ölmek!

Bizim de iki yolumuz var:

Ya bedenlerimize Kürdistan davasına feda edeceğiz Ya da davamızı bedenlerimize ….!”

Tekrar yatağına oturmuş ve bir kibrit daha yakmıştı.

Yanan kibrit alevine uzun uzun bakmış…. Ve kaldığı yerden konuşmasına devam etmişti:

 “Bu gece 21 Mart gecesi!

Demirci Kara’nın, Dehak`ın sarayını ateşe verdiği gecedir bu gece……!”

Kibrit çöpünün alevi sönünce ayağa kalkmış, üç adım ileri, üç adım geri dönüp dolanmaya başlamıştı:

“Hep bu geceyi bekledim.

Benim gibi arkadaşlarım zindanda ve halkım da Kürdistan`da karanlıkta.

Önümüzü aydınlatacak, karanlıkları delecek, bedenlerimizi ısıtacak ve bize bu zulmü yapanları da yakacak bir ateş gereklidir” diye öfkeyle söylenmişti.

Kibrit kutusundan bir kibrit çöpünü daha çıkarmış, elindeki kibrit çöpünü de yakıp yüzüne tutmuş ve sanki ateşle konuşuyormuş gibi konuşmasına devam etmişti:

209

 “Yemin ediyorum ki;

Bu karanlığın ortasında o ateş ben olacağım. Zulüm altındaki tüm halklar için kendimi meşale yapacağım. Belki de gün gelecek, bir meşale olarak elden ele dolaşacağım!

Ateş karanlıklardan korkmaz. Ben de korkmayacağım. Nerede zalim,

 nerede zulüm,

nerede karanlık varsa

ben orada yanıyor olacağım”

Sözlerini bitirince tekrar yatağına oturmuş, kalemi kağıdı eline almış,

ne yazılması gerekiyorsa onu yazmış yatağının üstüne bırakmıştı.

Kravatını almış, tuvalete gitmişti…… ……………..

Sabah kontrolüne gelen gardiyanlar Mazlum Doğan’ı hücresinde asılı olarak görmüşler….

 – 40-

33. Koğuş: 18 Mayıs 1982

“Üç kibriti dörtlemek derdi bir ses

Dört kibriti beşlemek

Ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek… Bir koğuş vardı koğuşlar içinde

Üç kibriti dörtleyenler yatardı içinde Dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde” (*)

Gece saat on.

Bu gece kimse uyumamış.

210

 Yasaktı bu saatte yatmamak!

Ama dört kişi “dörtlerin Gecesi’ni böyle ayarlamış! Birinin adı Ferhat Kurtay’dı.

Elektrik mühendisiydi.

Orta boylu, mavi gözlü, güler yüzlü biriydi.

 O gece üzerinde beyaz yakasız bir gömlek, siyah bir pantolon vardı. Yüzü her zamanki gibi güleç, gözleri ise ışık saçıyordu.

İkincisinin adı Necmi Öner’di.

Çermikliydi bu delikanlı.

Boylu poslu sayılırdı.

Ferhat`a göre daha uzundu.

Üçüncüsüne Mahmut diyorduk.

Kütüğe Mahmut Zengin diye yazılmıştı Siverek’te. Dördüncüsünü Eşref diye çağırırdık.

Viranşehir’de kütüğe yazılırken bir de Anyık yazmışlardı.

 Yoksul sayılırdı ailesi, yüreği zengin olsa da.

Mahmut ve Eşref devrimciliğin gizemini Ferhat’tan öğrenmişlerdi.

Ferhat ise Mazlumun yaktığı ateşin öyküsünü mazlumların direniş kitabından okumuştu.

Dört arkadaş her şeyi konuşmuşlardı.

Bu gece bir şölen yapacaklardı, koğuşta ne var ne yok hepsini tutuklulara yedireceklerdi.

Herkes bağdaş kurunca, her şey sofraya serilmişti. Şiirler okunmuş, yemekler yenilmişti.

211

 Ateş yolcusu dört devrimci en sevdikleri eşyalarını arkadaşlarına hediye olarak vermişti.

Eğer bir gün ölür veya öldürülürlerse ne yapmaları gerektiği konusunda son sözlerini de söylemişlerdi.

Bedenleriyle isyan ateşini yakacaklarına ilişkin hiçbir kimseyi kuşkuya düşürmemeye özel itina göstermişlerdi.

 Nihayet geç saatlerde herkesi uyutmayı becermişlerdi Gecenin gidişi, şafağın gelişiydi.

Ferhat geleceğe yazdığı mektubunun son satırlarını yazıyordu.

“Bu ihanet girdabında boğulmadan Şahsımızda davamız son bulmadan

Ve geriye dönüşler virüs gibi çoğalmadan Canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz Onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz Kawa’nın örsüne koyup davamızı Yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz Bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık

Üç kibriti dörtle çarpıp bu gece

Bütün şehitlere konuk gitmeliyiz” (**)

Dört can isyan ateşçisi koğuşun duvarlarına Atatürk posterlerinin çizimi için satın alınan tinerleri ranzaların altından çıkardılar.

 Koğuşun orta yerinde bağdaş kurarak tinerle yıkandılar. Yüz yüze, diz dize durdular.

Ferhat Kurtay elindeki kibrit kutusundan bir kibrit çıkardı Kibrite bakınca daldı.

-41-

Mardin Kızıltepe`ye bağlı, doğduğu Xurs köyündeydi.

Düğünü vardı, siyah takım elbise, beyaz gömlek giyinmişti.

Gelinin üzerinde uzun beyaz bir elbise, belinde kırmızı bir kuşak vardı.

212

 Başındaki kırmızı örtü, onu diğer bayanlardan ayırıyordu.

Ve Ferhat`la kol kola halay çekiyorlardı.

Köy meydanında iki davul, iki zurna çalınıyordu.

Ulusal giysilerini giymiş genç kızlar ve erkekler karşılıklı halay çekiyorlardı. Yüzlerce kişi onları izliyor, alkış çalıyordu.

 Havaya silah sıkanlar,” kî zava! kî zava!” diye bağıranlar vardı.

Ve hep bir ağızdan “Ferhat zava! Ferhat zava!” diye cevaplıyorlardı..

-42 –

Necmi Öner: “Ferhat abi daldın!” deyince

Dört kibrit birden çaktılar.

Pimi çekildi isyan ateşinin. Alev dört bedeni değil, bir zulüm kalesini yakıyor gibiydi. Yataklarından fırladı tutuklular.

Korku…..

Kaçışma…..

Telaş…..

 Feryat……

Bidon, bidon sularla ateşi söndürmeye çalıştılar.

Alevlerden sesler yükselir:

“Ateşi söndürmeyin! Alevleri yükseltin! Alevleri yükseltin!!!.” Alevler içinde bedenleri görürler.

Ateşin isyan olduğunu onlar çok iyi bilirler.

Dört bedeni korkuyla telaşla söndürmeye çalıştılar.

Ve dördünü yan yana yatırdılar.

213

 Telaşlı, gözleri ağlamaklı tutukluların arasından bir tutuklu, yerde yatan Ferhat Kurtay`ın yanına yanaştı.

20 yaşlarında, orta boylu yakışıklı bir gençti. Üzerinde lacivert renkli bir eşofman vardı. Adı Selim Dindar’dı. Ferhat’ın hemşerisi ve dert ortağıydı.

Selim Ferhat`a doğru eğilerek Kürtçe:

“Mamostê min tiştekî bêje!” (Hocam bir şeyler söyle) dedi.

 Ferhat hemen Selim`i sesinden tanıyarak, sanki kenetlenmiş dişleri arasından, tıslar gibi bir sesle, zorlukla “wî stranê bêje” (o türküyü söyle) dedi.

Selim göz yaşlarını tutamadı, Ferhat’ın yanı başına oturdu, elini kulağına götürdü, avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle ve ağlayarak, Ferhat’ın sevdiği Sewdalîyê *stranını o güzel sesiyle söylemeye başladı.

Elî yaman Dayê yaman

Sewdaliya gidîkê gîdê bavê

Te ez kirime masîyek

Derman xwarî berdane ser vê tehtokê

Çi bû sewda li serê min rebenê xwedê de neman Elî yaman dayê yaman

 Sewdaliya gidîkê gidî bavê

Te ez kirime simaqek şuştî.

Tu tam û bêhn û renk li min nema

Axx dewere zalimê zalim bavê keçik zabitê tirkan e Lê lêy lê lêy lê oooo

Elî yaman dayê yaman

Sewdaliya gidîkê gidî bavê

Te ez kirime pîrê mêrekî heftê salî

Ti pidi didan deve min rabene xode de neman (1)

214

 Bu manzara karşısında üzerilerinde gece elbiseleriyle, hüngür hüngür ağlayan 85 e yakın tutuklu can çekişen arkadaşlarının etrafında oturup, derin bir sessizlik içinde Selim Dindar’ın söylediği türküyü dinlemeye başladılar.

Selim`in bakışları ara sıra Ferhat’ın yüzünde dolaşır. Ferhat tebessümleri ile Selim`i teselli etmeye çalışır, yanaklarından etler dökülür.

Hayli uzun olan türkü bitince, bütün tutuklular ayağa kalkar.

 Bir ses, korku yüklü bir heyecanla! “Dikkaaaaaat”diye bağırır. Gelen Yüzbaşı Esat Oktay Yıldırandır.

Esat can vermiş bedenlerin başında dikilir:

“Koğuş gardiyanı, Kim bunlar?”

“Komutanım, en baştaki Ferhat Kutay”

“Tamam evladım anlaşıldı!” diyor Esat.

Bir sigara tüttürüyor ve hiçbir şey konuşmadan çekip gidiyor.

Esat isyan ateşinin, Mazlum Doğan’ın yaktığı ateşin, zulmün içine düştüğünü görmüştü.

Şimdi de Ferhat, hem ölümü hem korkuyu öldürmüştü.

“ Acaba ben, yakılan iki şeyin toplamı mıyım?” diye düşününce heyecandan terliyor.

 “ Bunlar nasıl insanlar? Nasıl bir iradeye sahiptirler? Bu insanlardaki iradeye şaşıyorum……!” diye mırıldanıyor. 14 Temmuz 1982

Ana koridor, diğer adıyla mahkeme bekleme salonu. Önce tutuklular gruplar halinde buraya çıkarılır.

Her grup kendi koğuşunda tek sıraya dizilir.

Koğuş gardiyanı:

“Rahat – hazır ol!” komutu verir Grup hazır ola geçince,

Koğuş gardiyanı:

215

 “Mehter marşı eşliğinde marş marş!”

Grup nizami yürür ve hep bir ağızdan :

“Neslin deden, ceddin baban

Hep kahraman Türk milleti….”

Mısralarıyla başlayan marş eşliğinde yürümeye başlarlar.

 Başka bir koğuşta Başka bir gardiyan :

“Alay marşı eşliğinde marş marş!”

Nizami yürüyen bir grup tutuklu:

“Annem beni yetiştirdi bu ellere yolladı

Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı

Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri….” Başka bir koğuşta, başka bir gardiyan :

 “Harbiye marşı eşliğinde marş marş!” Bir grup tutuklu:

“Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız“ Her koğuştan bir grup yürür

Her grup bir marş okur

Dizler karın boşluğuna çekilir.

Başlar dik, kollar bir öne bir geriye götürülüp getirilir. Yoldan geçenler komandolarca tekmelenir.

216

 Bekleme salonunda yüzleri duvara çevrilip

Hepsinin bilekleri arkadan kelepçelenir.

Kollarının altından gecen zincir, öndekinin göğsünde kilitlenir. “Dikkaaaaaat!” çekildiğinde

Blok amiri Apartman Sami salona girer.

 “Rahat!”

Tutuklular hep birlikte rahata geçer

“Hazır ol!”

Tutuklular hazırlopa durur.

“İstiklal marşına başla!”

Tutuklular marşı ölü bir sesle okumaya başlarlar.

Apartman Sami:

“Bu ne biçim ses! Yavşaklar!?”

Tutuklular mırıltı halinde İstiklal Marşı’nı okumaya devam ederler. Eli coplu ve sopalı gardiyanlar

 Bilekleri kelepçeli, kolları zincirli tutukluları vurmaya başlarlar.

Apartman Sami:

‘Marşın on kıtası okunacak lan!’ diye bağırdı.

Her ne yapıldıysa tek bir tutuklu bile sesini birazcık olsun yükseltmedi….! Marşın üçüncü kıtasına geldiğinde tüm tutuklular birden:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım,” diyerek bağırmaya başladı….

Gardiyanlar ve Minik asteğmen artık çok iyi anlamışlardı ki bu bir isyandı.

217

 …. Ve marş burada kesiliyor.

Apartman Sami birazdan olacakları anlamadan, elleri kolları bağlı tutukluları linç edercesine dayaktan geçiriyor…..

– 44-

Bileklerinden kelepçelenmiş, kollarından zincire vurulmuşlardı.

 Yirmi beş kişi iki sıra halinde dizilmişlerdi.

Gardiyansın emriyle başlarını eğip, birbirlerinin sırtına dayadılar.

Ring arabasına bu haliyle konuldular.

Arabanın kapısı kapanır kapanmaz güvenliklerinden sorumlu askerlerce dövülerek yerlere serildiler.

O Temmuz sıcağında can çekişircesine nefessiz kaldılar. Sanki yolculukları bir fırında geçiyordu.

Ve komandolar üzerlerinde yürüyüşler yapıyordu. Başlarını botlarıyla eziyorlardı.

Roma arenalarına götürülen gladyatörler gibi, 7. Kolordu Sıkıyönetim mahkemesinin önüne indirildiler.

 -45-

Mahkeme salonundalar.

Bindirildikleri ring arabasına göre salon rahatlatıcı bir serinlikte idi.

Pencere üstlerine yerleştirilmiş klimalar harıl harıl çalışıyordu.

Komandoların işaret ettiği yerlere oturdular.

Herkes ellerini dizlerinin üzerine koymak, başını dik tutmak, karşı duvarda asılı bulunan Atatürk başına bakmak zorundaydı.

Kural buydu. Onlar da böyle yaptılar. Mahkeme heyeti içeri girince ayağa kalktılar

218

 Duruşma hakiminin “Otur” demesiyle, oturdular.

Bu ara beyaz bir gömlek ve dekolte bir etek giymiş, saçlarını özenle yaptırmış, ama dudaklarına biraz fazlaca ruj sürmüş bir bayan sekreter heyetin oturduğu bölümdeki kapıdan içeri giriyor.

İki basamaklı merdiveni iniyor, heyetin ön tarafında oturuyor.

“Karar!” yazılacak sarı kağıtları birkaç nüsha olacak biçimde daktiloya takıyor.

 Karşısında tutuklular ve duvarın her iki yanında asılı ay-yıldızlı bayrak var.

Arkasındaki duvarın tam ortasında da alçıya dökülmüş altın renge boyanmış bir Atatürk başı asılı duruyor.

Bu büstün hemen altına:

“Adalet mülkün temellidir” vecizesi yazılmıştı.

Duvarın altında da yüksekçe yerde mahkeme heyeti oturuyordu. Epeyce kalabalıktılar:

As. Savcı Bülent Cahit Aydoğan, sarışın, orta boylu, kırk yaşlarında üzerinde askeri elbiseler, omuzlarında yüzbaşı apoletleri ile en başta deriden siyah bir koltuğa kurulmuştu.

Mahkeme başkanı Binbaşı Kemal Kavi, altmışın üzerinde, gür kaşlı, sert bakışlı çok nadir konuşan, delici bakışlarıyla tutuklulara bakan, elindeki kalemle önündeki kağıtlara sürekli bir şeyler çiziktiren, üzerindeki havacı üniformasıyla heyetin diğer

 üyelerinden bir farklılık sergiliyordu.

Duruşma hakimi Binbaşı Emrullah Kaya, yaşı ellinin üzerindeydi. Hakim`e benzer hiç bir tarafı yoktu. Tam bir cellat görünümündeydi. Yargıladığı herkesi açıkça düşman olarak görüyordu. Bakışları bile düşmancaydı.

Üye hakim Niyazi Erdoğan heyetin tek sivil hakimiydi. Orta boylu, orta yaşlı, kızıl suratlı, çekingen bir adamdı. Bu heyete bir de sivil kişi olsun diye yamanmıştı, zaten bir etkisi de yoktu.

Mahkeme heyetinin oturduğu sağ bölümde Avukat Erdinç Uzunoğlu, Süleyman Demirkapı ve tutukluların tanımadığı bir avukat daha oturuyordu.

Avukatların oturduğu yerden salona bakıldığında, yüzden fazla tutuklunun oturduğu görülebiliyordu.

219

 Hepsinin kafası sıfır numara makineye vurulmuş ve üzerlerinde de siyaha boyanmış tek tip askeri birer mont vardı.

Bu askeri elbiseler kimine dar, kimine ise genişti.

Kimine kısa, kimine ise palto gibi uzun duruyordu.

Onlara zulüm yapanlar onurlarıyla oynamak için her şeyi yapmışlardı.

 Sapsarıydı suratları tutukluların.

Dudakları büzülmüş ve çatlamıştı. Bakışlarında ise endişe okunuyordu.

Tutukluların arasına coplu komandolar yerleştirilmişti.

Bu yetmemiş, iki adet makineli silah da tam karşılarına, mahkeme heyetinin sağ ve soluna konulmuştu..

Adaletin silahla mülk olduğu böyle bir mahkemede duruşma hakimi Emrullah Kaya: “Kızım yaz, duruşma başladı!”

On parmakla yazılan daktilo tuşunun sesleri kulakları tırmalıyor.

“Tutukluların mevcuden getirildikleri, tamam oldukları görüldü”

(Tuş sesleri duvarlarda yankılanıyor). “ Herkes serbestçe yerini aldı!”

 Tutukluların içinde oturan, üzerinde siyaha boyanmış asker elbisesi bulunan ince, zayıf ve uzun boylu biri elini havaya kaldırıyor.

Mahkeme heyeti bu adamı çok iyi biliyor ve tanıyor. Hayri’nin eli havada kalıyor, kendisi uzaklara dalıyor.

-46-

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Hayri’nin siyah saçları o günün modası gereği çok uzun, “L” harfini andıran favorileri çenesinin hizasına kadar uzanmış, “M” harfi gibi biçimlendirilen bıyıkları ona heybetli bir görüntü vermişti. Üniversitenin kantininde bir köşede yalnız başına oturmuş birilerini bekliyordu. Randevu saatlerine sadık kalan Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Ferhat Kurtay açılan kapıdan içeri girdiler. Kemal Pir`in saçları kısaydı, üzerinde haki renkli bir askeri parka, kot pantolon ve ayaklarında Mekap marka spor ayakkabı vardı. Orta boylu Mazlum Doğan’ın saçları

220

 da uzundu, üzerindi siyah kalın çizgili kadifeden bir ceket, kül rengi bir gömlek, krem renginden spor bir pantolon vardı. Ferhat her zamanki gibi şık giyinmişti. Kahverengi takım bir elbise, açık mavi renkli bir gömlek ve elbise rengine uyum sağlayan bir kravat takmıştı.

Hayri oturduğu yerden ayağa kalktı gelenlerin ellerini tek tek sıktı. Arkadaşları oturduktan sonra, o da oturdu. Kemal Pir bayağı heyecanlıydı. Ellerini ovuşturdu, Hayri`ye bakarak gülümsedi:

 “Doktor, gidecek miyiz? Artık Ankara bana dar gelmeye başladı. Nefes alamaz oldum. Düşlerim beni Kürdistan’a ve dağlara çekiyor. Uyuyamıyorum!”

Her zamanki mütevaziliğiyle Kemal`i dinleyen Hayri:

“Gözün aydın Kemal gidiyoruz! Üniversitede öğrencilik yaparak Kürdistan halkına önderlik yapamayız. Kürdistan devrimi, başka ülke devrimlerine pek benzemez.. Üniversiteleri terk ediyoruz ve halkımızın bağrına dönüyoruz. Bundan sonra halkın içinde olacağız. Onlar gibi giyineceğiz, onlar gibi yaşayacağız”

Mazlum Doğan, Hayri`ye baktı gülümsedi:

“Doktor, tez elden ikimiz bir berbere gidip saç ve bıyıklarımızı düzeltelim,” dedi. Hayri, Mazlum`u onaylamak için başını salladı. Ferhat Kurtay’a baktı:

“Ferhat arkadaş sen Mardin bölgesine geri gidiyorsun. Orada elektrik mühendisliğinde çalışmaya devam ederek örgüt çalışmalarını yürüteceksin. Deşifre olmamaya çalış! Kontak kurup çalıştırdığın kişiler sağlam olsun!” dedi.

 Sevinç ve heyecandan yerinde duramayan Kemal Pir:

“Doktor, ben nereye gidiyorum söyle, dayanamıyorum!” deyince Hayri güldü:

“Sen Antep ve Urfa bölgesine gidiyorsun Kemal!” dedi. Gözleri Kemal`in parkesine kaydı daha bir şey söylemeden Kemal:

“Tamam doktor bunu çıkarıyorum” deyince, Hayri:

“Gittiğimiz bölgelerde halk nasıl giyiniyor ve davranıyorsa, öyle olacağız.” Mazlum yerini önceden biliyordu zaten, yinede Hayri:

“Mazlum sen yerini biliyorsun; Diyarbakır ve Batman. Merak etmeyin, ben size uğrarım, kendinize çok dikkat edin. En küçük bir yanlış, bütün planlarımızı alt üst edebilir. Nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu bütün arkadaşlar biliyor.”

221

 deyince, Kemal ayağa kalktı. Onun kalkmasıyla diğerleri onu izledi, öpüşerek tek tek ayrıldılar. En sona kalan Hayri tekrar oturdu, ceketinin iç cebinden çıkardığı bazı kağıtları yırtıp ufak parçalar haline getiriyordu.

– 47 –

Bir asker Hayri’nin elini tutup indirmeye çalışınca, Hayri düşlerinden sıyrıldı. Ama askerin elini itti ve elini daha da yukarı kaldırdı.

 Emrullah Kaya;

“Söyle! Mehmet Hayri Durmuş!” diyecekti.

Ama diyemedi.

Biliyordu ki o yine karşılarına dikilecek,

Kürdistan halkının haklı davasını savunacaktı.

Ama Hayri ısrarla elini havada tutup “konuşacağım” deyince,

“ Tamam Hayri! Birazdan sana söz hakkı vereceğim!” deyip duruşmaya devam etmek istedi.

Artık herkesin gözü Hayri’deydi.

“Haydi” demesini bekliyorlardı.

Kürsüye çağrıldığında Hayri sanki uçarcasına gitti.

 Önce mikrofonu boyuna göre ayarladı.

Delici bakışlarla mahkeme heyetini süzdü. Sonra da Avukatlara baktı.

“Biz şimdiye kadar duruşmalarda mahkeme heyetine bize yapılanları anlattık. Bunların hiçbirine çözüm bulunamadı.

Bundan sonra da bir çözümün getirileceğine inanmıyoruz. Çünkü bu yargılama politik bir yargılamadır. Bize yönelik politika, devlet politikasıdır. Burada düşüncelerimizi size karşı savunduğumuz için akla gelmedik işkence ve baskılara maruz kaldık. Şimdiye kadar salt düşüncelerimizi savunalım diye bir çok şeyi sineye çektik.” dedi.

Bir kez daha cezaevinde olup bitenleri özetledi.

222

 ….. ve “burada bizim şahsımızda Kürdistan halkı yargılanıyor.

Yine bu saldırılarla Kürt halkı yok edilmek isteniyor.”

Tam da burada duruyor ve tutuklulara dönüp eliyle onları gösteriyor:

“Yıllardır bu insanların karşınızda nasıl oturduklarına, kürsüye nasıl gelip gittiklerine, yüksek sesle nasıl tekmil verdiklerine ve gözlerinizin önünde nasıl coplandıklarına sizler de tanık oldunuz.

 Şimdi de tanıklık yapmaktasınız.”

Beklenmedik bu isyanın karşısında mahkeme heyeti bocalayarak şaşkınlık geçiriyor.

Ve Hayri tam da bu noktada söylenmesi gereken son sözü söylüyor.

“Ben ölüm orucunu başlatıyorum ve sonuna kadar da sürdürmekte kararlıyım,” deyip sözlerini tamamlıyor.

Mahkeme heyeti kısa bir istişare yaptıktan sonra duruşma hakimi Emrullah Kaya: “Hayri ölüm orucunu bırak! Anlattıklarını kolorduya yazarız,” diyor.

Hayri “ Oyun buraya kadar!” dercesine hiçbir şey söylemeden yerine dönüyor. Dönerken de tutuklu arkadaşlarını başıyla bir bir selamlıyor.

Tümünün gözlerinden umut, cesaret ve kararlılığı okuyor…..

 Daha yerine oturmamışken Hayri,

Kemal Pir ayağa kalkıyor.

İnsana cesaret ve heyecan veren o gür sesiyle:

“Ben de Hayri’nin sözlerine katılıyorum ve ölüm orucunu başlatıyorum,” diyor. Ali Çiçek ve Fuat Çavgun da onu izliyor.

Onları Ali Kılıç ve diğeri, Bedrettin Kavak…….

“Ölüm orucuna katılıyorum!”

“Ölüm orucuna katılıyorum!”

“Ölüm orucuna katılıyorum….!” diyorlar.

223

 Mahkeme heyeti: “duruşma bitti” demeden, dosyaları toplamadan yerinden kalkıyor, kaçarcasına duruşma salonunu terk ediyor……

– 48 –

Ölüm orucunun 50. günü

Bir hücrede Kemal Pir yatağının üstünde oturuyor.

 Bunaltıcı bir sıcak var.

Atletini çıkarmış, belden yukarısı çıplak.

Avurtları çökmüş, gözleri çukura düşmüş, bir deri bir kemik. Morarmış dudakları, çatlamış.

Yüzlerce sivri sinek, kalan son damla kanını da emmek için çevresinde vızıldıyor. Sivri sinekleri kovalamak için ara sıra atletini sallıyor. Takati kesilince de sırtüstü uzanıyor: Tekrar yatağın üzerinde oturuyor:

Çok sevdiği Kürtçe klamın bir dörtlüğünü arkadaşlarının duyabileceği bir ses tonuyla mırıldanıyor:

“Dinyaye zor cîwan e şîrîne Em teda esirin welat nîne Tilmero tu xweş zilamî

 Hem merd û hem qehramenî**

**Çok güzel şirindir dünya

İçinde ülkemiz yok esiriz

Tilmero sen güzel insansın

Hem mertsin hem de kahramansın

“Doktor, ne yapayım ben bu sinekleri?” deyip Hayri’den yardım istiyor. Alt kattaki hücrede beton sekinin üstünde oturan Hayri:

“Sigara içerken dumanı sineklere savur,“ diyor.

224

 Kemal, Hayri’nin söylediklerini yapıyor. Sivrisineklerin kaçıştığını görünce gülerek:

“Doktor! İcadın işe yaradı. Sinekler kaçıyor!” diyerek, sigarasından bir duman daha savurdu. Düşleriyle dumanların içine daldı.

“Bu dünyada birkaç günümüz kaldı. Bize bir türkü söyle Doktor!” diyor Kemal.

Hayri’den ses çıkmıyor. Bir deri bir kemik beton sekinin üzerinde sırt üstü yatmış kalkamıyor.

 Diğer ölüm orucundaki arkadaşlarının birer yataklarının olduğunu biliyordu. Ama kendisininki yoktu. Elli gündür betonun üzerinde yatıyordu. Bir ara gardiyanlardan döşek istemeyi düşündüyse de sonradan vazgeçiyor. Ben istesem bunu bir zaaf olarak değerlendirip arkadaşlarınkini de alabilirler diye düşünüyordu.

Kemal`in: “Hayri ölüme gidiyoruz beni kırma!” demesiyle bütün gücünü topladı zorbela oturdu, gözleri bulanık görüyordu. Ağzı kokuyor, sivrisinekler başının etrafında dolanıyordu.

Eliyle uzun sakalını sıvazladı. Biraz düşündü:

Diyarbakır’dan Mardin`in Kızıltepe ilçesine doğru giden bir otobüs, polis ve jandarma tarafından durduruluyor. Yolcuların tümü otobüsten aşağı indiriliyor . İnen her yolcu iki elini havaya kaldırarak yüzünü otobüse dönüyor, ellerini otobüse değdirerek iki bacağı açık vaziyette bekliyor. Jandarma ve polisler herkesin üstünü didik didik arıyor. Üzerinde yöre şalvarları ve kahverengi bir ceket bulunan kara kuru zayıf esmer bir gencin cebinde bir mühür ve bir ıstampa bulunuyor. Asker, gencin ensesinden tutarak otobüsün yanından uzaklaştırıyor, onu polis şefinin bulunduğu bir

 aracın yanına götürüyor. Mührü ve sambayı polis şefine uzatan jandarma “bunlar bu adamın üzerinde çıktı,” diyor, polis şefi açık olan arabanın penceresinden mührü ve ıstampayı alıp, mührün üzerindeki yazıyı okumaya çalışıyor.

Tek bir kelime var, Okuyor ama anlayamıyor. Çünkü kelime Türkçe değildi. Yanındaki çantadan A- 4 kağıdı büyüklüğünde bir defter alıyor. Mührü kırmızı mürekkepli sambaya basıyor, hızla dizi üzerindeki defterin boş sayfasına vuruyor, mührü kaldırıyor: “SERXWEBUN” kelimesi çıkıyor. Bir daha vuruyor, bir daha, bir daha……..

Telsizinizin mandalına basıyor. Bir koşuşma başlıyor. Arabadan inip yanına yaklaşan yardımcılarına bir şeyler soruyor.

Talimatlar verdi. Jandarmanın elindeki adamı, hemen orada bulunan bir polis dolmuşunun içinde soruşturmaya aldı. Yakaladıkları adamın şakağına tabanca dayatılınca, adının Ahmet, soyadının Bayık, doğum yerinin ise Keban ilçesi olduğunu kabul etti. Polis: “mührü nereye götürüyorsun?” sorusunu sormaya başladı. Ahmet

225

 “Davut Kurtay`ın dükkanına, gelecek olan birine verecektim,” dedi. Otobüs yoluna devam etti. Askeri ve polis araçları Ahmet ile Kızıltepe`ye doğru hareket ettiler.

Hayri ve Ferhat Kurtay o gün her şeyden habersiz Ferhat’ın abisi Davut Kurtay’ın evinde oturmuş, bölgenin durumunu değerlendiriyorlardı. Dükkana giden jandarma ve polis kimseyi bulamayınca Davut`un evini kuşatmıştı. Kapının çalınmasıyla durumu fark eden Ferhat, Hayri`ye “sarıldık” dediğinde iş işten geçmişti. Hayri üzerinde bulunan bütün dokümanları yakınca kapıyı açtılar. Silahlı askerlerin dipçikli

 saldırısına maruz kaldılar. Hayri, askeri arabaya doğru sürüklendiğini anımsarken, Kemal Pir: “Doktor ne oldu?” diye sordu.

Hayri: “Hangisini istiyorsun Kemal” dedi merhamet dolu bir ses tonuyla. Hiç bir zaman kimsenin kalbini kırmayan, herkesle kolaylıkla anlaşabilen, büyüklük taslamayan Hayri, normalde türkü söylemezdi. Ama ölüme ramak kala Kemal Pir`in ondan bir isteği olmuştu, nasıl ret edebilirdi?

Kemal: “Doktor! Ağlama yar ağlamayı söyle!” dedi.

Bir müddet sessizlik oldu… Diğer hücrelerdeki arkadaşları hep birden kulak kesilmişlerdi.

Hayri:

“Ağlama yar ağlama Mavi yazma bağlama

 Mavi yazma tez solar Ciğerimi dağlama

Elma al olanda gel

Ayva nar olanda gel

Hasta düştüm gelmedin anam Bari can verende gel”

Hayri’yi dinleyen Kemal Pir`in gözlerinin önünden, yakalanışı bir film gibi geçmeye başladı:

226

 Filistin’de gerilla eğitimi gördükten sonra geri dönmüş, Batman’ın bir köyünde Mahsum Korkmaz ve Mehmet Can isminde bir arkadaşıyla buluşmuştu. Güneş batmak üzereydi. Kemal Pir`in bir elinde uzun namlulu Kalaşnikof markalı bir silah, diğer elinde silahlı bir gerilla örgütünün nasıl kurulacağına dair belgelerle dolu deriden bir çanta vardı. Üzerinde bir gerilla parkası, ayaklarında postalları, uzun sakalıyla tam bir gerilla komutanı gibiydi. Mahsum Korkmaz orta boylu bir gençti, yöre kıyafeti giyinmişti. Onunda elinde uzun namlulu bir silah vardı. Mehmet Can uzun ve ince boylu bir gençti; üzerinde askeri renge yakın uzunca bir parka vardı ve onun altında omzuna asılı silahı görünüyordu. Üçü, ayak üstü Batman`a nasıl gidecekleri

 konusu üzerinde tartışıyorlardı.

Mahsum Korkmaz: “Arabayla gitmek tehlikeli, yayan gidelim,” diyordu.

Mehmet Can da onun görüşlerine katılıyordu. Kemal Pir ise; belirli bir yere kadar arabayla gidilmesi gerektiğini söylüyor ve diretiyordu. Neticede köyde bulunan arkası açık pikapla gitmeye karar verince, Mahsum’un el işaretiyle bir evin önünde bekleyen, tanıdıkları şoförün kullandığı araç tartıştıkları yere geldi. Mahsum ile Mehmet pikabın arka bölümüne bindiler, silahlarını kucaklarına alıp çöktüler. Şoför: “Abi sen ön tarafta benim yanıma otur” deyince Kemal:

“Hayır ben de yukarıda oturacağım, bak sana ne diyeceğim! Yolda jandarma kontrol noktası falan olursa, önce yavaşlayacak, onları yanıltacaksın ve aniden gaza basıp uçar gibi uzaklaşacaksın” dedi ve arabanın arka bölümüne bindi.

Şoför:

“Merak etme abi!” deyince gaza bastı.

 Yaklaşık yirmi dakika sonra, şoför kontrol noktasını fark edince, arabayı yavaşlattı. Başta Kemal, ardından Mehmet ve Mahsum ellerindeki silahlarıyla ayağa fırladılar. Onların ayağa kalkmalarıyla, şoförün hızla gaza basması bir oldu. Dengelerini sağlayamadıkları için üçü art arda arabadan fırladı, Mahsum yolun sağ tarafına düştüğünden bir uçurumdan yuvarlandı, ortalıktan kayboldu. Ama Kemal Pir ile Mehmet düştükleri yerde yolun ortasında baygın kaldılar. Silahları yolun ortasında ay ışığında parlıyordu. Kemal’in çantası bir taraftaydı ve silahlı askerler onların yattığı yere doğru koşmaya başladılar.

Hayri susunca Kemal düşlerinden sıyrıldı.

Bir müddet sonra Kemal gözlerinin kararmakta olduğunu görünce sigarasını yere attı ve sırt üstü uzandı.

Uyandığında artık gözlerinin görmediğini fark etti.

227

 Bir sigara daha yakmaya çalıştı.

Gözleri görmediğinden kibrit kutusunu uzun süre aradı. Bulduğunda ise bu kez sigarasını yakamadı ..!

Bir “of” çekti.

El yordamıyla bulduğu kibrit kutusundan bir kibrit çöpünü çıkarıp yaktı.

 Bir “of” daha çekti.

Yedinci kibritte sigarasını yakabildi.

Kör olma durumunu arkadaşlarından da gizlemişti.

Bir ara askeri elbiselerin üstüne beyaz bir gömlek giymiş, doktor görünümlü biri yanına uğruyor.

Kemal ile konuşurken, Kemal’in görmediğini anlıyor “Kemal sen görmüyor musun?“ diye soruyor

Kemal itiraz ediyor:

“Hayır görüyorum“ diyor

Beş parmağını Kemal’in gözlerinin önünde tutan Doktor: “Bu kaç?” diye soruyor Kemal: “iki!” diye cevap veriyor……

 – 49–

Tarih 12 Eylül 1982…

Burası D.Bakır Askeri Hastanesi…

Morg bölümü…

Daha doğrusu bir bodrum katı…

Buraya da ranzalar dizilmiş.

Ölüme terk edilmiş ölüm orucu yolcuları bu ranzaların üstünde sıralanmıştı. Hayri Durmuş sırt üstü uzanmış.

Bir dizini kendine doğru çekmiş öylece can vermişti.

228

 Gözleri kapalı, ağzı ise biraz açıktı.

Üzerinde sinekler uçuşuyordu.

Ranzanın altında ise kan ve su vardı.

Kemal Pir`in üstü beyaz bir bezle örtülmüştü. Akif Yılmaz ise henüz can çekişiyordu.

 Fuat Çavgun bitkisel hayattaydı.

Ali Çiçek de inliyordu.

Nöbetçi askerler ölü ceset saymaya başlamışlardı.

Artık Diyarbakır cezaevinden tahliye olanlar değil, tabutlar çıkıyordu.

Hastanede görevli askerlerin ağzını bıçak açmıyor, kimse tek bir kelime konuşmuyordu.

Bu tabutların bir gün mazlum Kürdistan halkının varlığını tüm dünyaya duyuracağını hiç kimse o gün hesaplayamamıştı……

-50-

5 Eylül 1983 günü D. Bakır cezaevi yeni bir güne hazırlanıyordu. Komando erler ve subaylar şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

 Tüm koğuşlara kalas zoruyla marşlar söyletiliyordu.

Artık otuz beş ve otuz altıncı koğuşlarda ölüm orucunun başladığını herkes biliyordu. Buna rağmen her koğuştan ayrı bir marş sesi yükseliyordu.

Bu sesler zindanın yakınlarında bulunan mahalleye kadar ulaşıyordu.

Tam bu sırada ölüm orucuna yatan tutuklular isyan sloganını atmaya başlıyordu: Onlarca tutuklu tek bir ağızdan “Kahrolsun sömürgecilik” diye bağırıyordu.

Bu slogan bir dalga gibi koğuştan koğuşa yayılıyordu.

Birkaç dakika içinde tüm zindan bir ağızdan:

229

 “Kahrolsun sömürgecilik!” diye haykırıyordu. Her şey tersine dönüyordu.

Askeri marşların yerini Kürtçe marşlar alıyordu. Halaylar çekiliyor, zılgıtlar atılıyordu.

Şairler, şiir okumasını bilenler pencereden başlarını çıkarıp isyan şiirlerini okuyordu.

 Dengbejler ise o anda uydurdukları stranlarını söylüyorlardı. Komandolar, korkularından koğuşları terk edip dışarı kaçıyordu.

Heyecan dalga dalga tüm esir bedenleri sarıyor ve koğuştaki tahta ranzalar parçalanıp tahtalarından sopalar yapılıyordu.

Koğuş kapılarında barikatlar kuruluyor.

Barikat savaşına başlanıyor.

Ölüm orucuna yatanların sayısı da tam 600’e ulaşıyordu. -51-

Veremlilerin kaldığı koğuşun kapısı bir gardiyan tarafından nazikçe açılıyor. Koğuşta halaylar çekiliyor, içerde tam bir bayram havası seziliyor. Bitişik koğuşlarda söylenen türkü sesleri koridorlarda yankılanıyordu.

Gardiyan: “Selim Çürükkaya ve Abdulkadir Göktaş, lütfen giyinin hastaneye

 gideceksiniz!” diye bağırıyordu. Direniş öncesi „’lan’lı, yavşaklı, ibneli“ konuşan gardiyanlar, direnişle birlikte hayli kibarlaşmış “lütfen”li konuşmaya başlamışlardı.

Selim ve Abdulkadir gardiyanın bu çağrısı üzerine koğuştaki halayları durdurdular, arkadaşlarını sessizliğe davet ettiler. Hastaneye gidip gitmeme konusunda arkadaşlarıyla kısaca tartıştılar. Ölüm orucunda olan, tüberkülozlu, durumu ağır hastaların hasta haneye gitmesi ve hastanede ölüm orucunun sürdürülmesi kararına vardılar. Ve hemen en güzel elbiselerini giyerek dışarı çıktılar.

İkisi de tüberküloz hastasıydı. Uzun süreden beri tedavi edilmedikleri ve ölüm orucunda oldukları için sendeleyerek yürüyorlardı.

Az sonra yürüyemeyeceklerini, düşeceklerini anlayınca kol kola girerek yürüdüler.

230

 Koridorlarda türkü sesleri yankılanıyor, bazı koğuşlar kapılara barikat kurmuş kimseyi içeri sokmuyor, bazı koğuşların pencerelerine çıkan tutuklular şiirler okuyor, bazı tutuklular da boş havalandırmalara ajite çekiyordu..

Selim ile Abdulkadir koğuşun gardiyanı ile ana koridora gittiklerinde sedyelerle tutukluların taşındığını, zebani gardiyanların süt dökmüş kediye döndüklerini gördüler.

Kadınlar koğuşu koridorunun karşısına vardıklarında, Selim eşi Aysel ve Fatma

 Çelik`in getirildiğini görünce durakladı.

Aysel hala Selim`i görmemiş veya tanımamıştı.

Selim: “Aysel” diye seslenince, Aysel Selim`e doğru koştu.

Sımsıkı kucaklaştılar. Cehennem hayatın sona erdiğini, özgürlüğe kavuştuklarını, ayrılığın son bulduğunu, duvarların yıkıldığını, zincirlerin kırıldığını anladılar.

Uzun sürdü bu kucaklaşmaları. Gözyaşlarını içlerine akıtarak, doyasıya hüngür hüngür ağladılar.

Ve el ele tutuşarak arkadaşlarıyla birlikte özgür adımlarla kendilerini hastaneye götürecek arabaya doğru yürüdüler.

Hastaneye vardıklarında onları birbirlerinden ayırdılar. Aradan günler geçti, birbirlerini göremediler.

 Ölüm orucundakiler artık son günlerini yaşıyorlardı.

Bir gün Selim`i kaldığı koğuşundan, sedye ile alıp götürdüler.

Bilmediği bir yerde, parmaklığı olan bir pencerenin önünde oturttular.

Bulanık gözlerle parmaklıklara iyice baktı, karelere bölünmüş karşı tarafta eşinin annesi oturuyordu.

Başına bir yazma bağlamış, yüzü kırışmış, ağlamaktan göz altındaki halkalar morarmıştı.

Bir subay onu izliyordu, Selim`in arkasında da yüzbaşı Abdurrahman Kahraman ayakta dikilmişti.

Selim: “Anne hoş geldin.”

231

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

4 × three =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla