DİYARBEKİR
Lise son sınıftaydım, daha bir yarıyıl var okulun bitmesine. Okul müdürümüz Hakkı Öndoğan’dı. İlahiyat mezunu, din derslerimize, arada da felsefe, mantık derslerine girer, dinlemesi zevkli dersler anlatırdı. Gericiydi ama Tatvan’da eğer o güne kadar kan akmadıysa onun o uzlaşmacı kişiliğinden, solcuyla solcu, sağcıyla sağcı olmasının da payı vardı. Onu okuldaki sağcılar da solcular da sever ve kimse ona ilişmezdi.
O gün beni odasına çağırdığında her zamanki çağırışlarından biri olduğunu düşünüyordum.
Odasının kapısını çalıp içeri girdim. Oturmamı söyledi. Mütevazı bir odası vardı. Aklımda binlerce soruyla karşısındaki koltuğa oturdum. Bu kısa, tıknaz, yuvarlak suratlı müdürümüz benden ne istiyordu? Kafasını masasından kaldırdı,
– Ferhat, babanla konuştuk, seni İstanbul’a, üniversite hazırlık kurslarına göndermeye karar verdik.
Bu da nereden çıktı şimdi? Sanırım beni okuldan uzaklaştırmak istiyor. Kavgacı ve örgütleyici olduğum için uzaklaştırmak istiyor beni. Babamı da ikna etmiş ama ben bu tuzağa düşmeyeceğim.
– Hayır hocam, ben okulun bitmesini bekliyorum, dedim.
– Oğlum bu bir fırsattır, değerlendir.
İyi ama tüm derslerim zayıf. Üstelik okulda sevgilim var, ondan ayrılmak da istemiyorum. Ama müdürün kararlı tavrından bu okulda daha fazla kalamayacağımı anlıyorum. Tüm derslerden geçirileceğimi söylüyor. Her şey benim dışımda çok güzel planlanmış. Okulun ve Tatvan’ın selameti için gönderilmeliydim. Babam da ikna edilmiş, benim yapacağım bir şey yok.
Müdürün odasından kös kös çıktım. Haberi önce sevgilime verdim, o da çok üzüldü. Sonra babamın işyerine gidip durumu ona anlattım. Evet, okul müdürüyle oturup birlikte karar almışlar.
Nisan başlarında gençlerin kanının kaynadığı güzel bir gün.
Okula döndüm. Yapılacak bir şey olmadığını söyledim sevgilime. Oradan derneğe gidip arkadaşlara anlattım olanları. Herkes şaşırmıştı. “Bu ne torpil?” diyorlardı. Evet torpilliydim. Okul müdürünün hazırladığı ve beni köklerimden uzaklaştıran bir torpil. Adam çok çekmiş olmalı ki iki ay önceden kurtulmaya çalışıyor benden.
İlk kez tek başıma Tatvan dışına çıkacaktım.
Küçük kasaba devrimcisi şimdi İstanbul yolundaydı.
Ertesi gün hazırlığımı yapıp, okuldaki arkadaşlarla vedalaştım. Sevgilimi, ilk çocukluk aşkımı Tatvan’da bırakıp yirmi sekiz saatlik yorucu İstanbul yoluna çıktım. Evden ve küçük kasabamdan ayrılmak zordu. Bugüne kadar sadece kısa süreli cezaevlerine girdiğimde ayrılmıştım ailemden.
İstanbul
Sabahın ilk ışıklarıyla İstanbul’a indim. Çok büyüktü. Kalabalık ve karışıktı. Yüksek binalar, geniş caddeler, ışıklandırılmış dükkânlar vardı.
Sabahı Topkapı garajında bekledim. Ağabeyim İstanbul’da okuyor, Bitlis Öğrenci Yurdunda kalıyordu. Sora sora yurdu buldum. Ağabeyimle buluştuk. Onu gördüğümde çok sevindim ama aynı zamanda şaşırdım da. Saç modeli bizimki gibi değildi. Giyimi de bir tuhaftı. Olsun, ne olursa olsun o benim ağabeyimdi. Bana İstanbul’da kol kanat gerecek kişi oydu. Bir iki gün ağabeyimle üniversite hazırlık kurslarına gidip geldik.
Üçüncü gecemde yurtta bir hareketlilik olduğu dikkatimi çekti ama pek de ilgilenmedim. Az sonra bir arkadaş yanıma geldi,
-Ferhat Bir Mayıs bildiri ve afişleri var, Adana’ya ve Diyarbakır’a gidecek. Sen götürür müsün? Ben Diyarbakır’ı seçtim Ziya Yılmaz’ da Adana’yı seçti
Bu da soru muydu? Elbette götürürdüm. Ben bu mücadele için kafamı koymuş biri değil miydim? Bu basit görevi nasıl kabul etmezdim? Ben hiçbir görevden kaçmayan, kendimce cesur biriydim ve bu kendimi göstermek için bir fırsattı. Kimsenin haberi de olmazdı, gider gelirdim. Sadece, “Tamam” dedim.
Yolculuk üç gün sürecekti. Tüm hazırlıklar yapılmış; biletler alınmış, kargo benimle ilgisi yokmuşçasına bagaja verilmişti. Sıradan bir yolcu gibi otobüse binecektim. Elime bir adres ve bir isim verildi, biraz da para. Çünkü tüm paramı ağabeyim almıştı. Dönüş masraflarını da Diyarbakır’daki arkadaşlar karşılayacaklardı. Tam bir gizlilik içinde hareket ediyorduk. Beni uğurlayanların arasında Recep Maraşlı da vardı. Bir ara Recep ağabeye,
– Ya yakalanırsam nasıl ifade vermem gerek? Diye sordum.
– Ferhat, sen nasıl ifade vereceğini bilirsin, dedi. Cevabı gururumu okşadı.
Yol
Yola çıktık. Otobüsteki yolcuların hepsi Diyarbakırlı. Bütün Diyarbakırlılar “yurtsever”, hepsi “devrimci”. En azından, yanıldığımı ertesi akşam acı bir şekilde öğreninceye kadar, öyle biliyorum, İstanbul’u seyrediyorum otobüsün camından. Çok güzel, çok büyük İstanbul. Sevgilimi düşünüp hayal alemine dalıyorum.
Yolcuların Kürtçe konuşması hoşuma gidiyor, kanım kaynıyor hepsine. Teypten yükselen arabesk şarkıyla yolcuların bağıra çağıra konuşmaları birbirine karışıyor. Neredeyse sabaha kadar konuşuyorlar. Yanımda hep uyuyan biri var. “Uyansa da konuşsak” diye düşünüyorum ama uyanacağı yok gibi. Olsun ben mutluyum.
İlk defa ciddi bir ‘görevi’ tek başıma almanın mutluluğu tüm bedenimi sardı.
Adana’ya girdik. Günlerden 29 Nisan 1978 Yanımdaki arkadaş uyandı. Diyarbakır’ın o kendine özgü tarzıyla konuşuyor, ‘degilmi deyişi çok hoşuma gidiyor. Hatta ben de onun gibi konuşmaya çalışıyorum. Kabadayı bir hali var yol arkadaşımın. Eh zaten tüm Diyarbakırlılar ‘kabadayı’, ‘yiğit’ ve ‘erkek’, hepsi de ‘yurtsever’ ve ‘kahramanlar’ ya, imrenerek bakıyorum ona.
Yan koltuktaki amca beni merak etmiş olsa gerek, nereli olduğumu sordu!
– Kürdistanlıyım, dedim. Adam şok.
– Sen Iraklı mısın? diyor. Şok olma sırası bende. Bu devrimci, bu yurtsever Diyarbakırlı Kürdistan’ın nerede olduğunu nasıl bilmez? Diyarbakırlılarla ilgili ilk hayal kırıklığım bu.
Otobüs hızla yol alıyor. İstanbul’dan beri beni dikizleyen şoför muavini hâlâ sık sık bana bakmakta. Ama içim rahat. Beni yabancı gördüğündendir diyorum. Yanımdakine daha çok yolumuz olup olmadığım soruyorum, bir saatlik yolumuz kalmış. Heyecandan içim içime sığmıyor. Sadece Diyarbakır’a gece varacak olmamız biraz endişelendiriyor beni. Bana İstanbul’da verilen adres Komal Yayınevine ait. Bu saatte açık olmaz ki orası. Aman neyse, arkadaşlar tedbir almışlardır, boşuna endişeleniyorum. Hem üstümdeki para beni Mehdi Zana’nın evine atar. O belediye başkanı, özgürlükçü. Bana yardım eder. Üstelik babamı da tanıyor. Ama ya param onun evine kadar gitmeye yetmezse? Olsun, yetmezse bile o verir taksi parasını. Vermez mi? Verir, verir. Evet, çıkabilecek bütün aksiliklere karşı planlarım hazır.
İşte Seyrantepe Otobüs Terminalindeyiz. Heyecanımı belli etmemeye çalışarak yavaşça iniyorum otobüsten. İstanbul’da benim değilmiş gibi davrandığım bagajıma sahip çıkacağım artık. Aa… olamaz! Afişlerin ambalajı yırtılmış. Bir an kızıyorum ama sonra boş veriyorum. Gözlerimle muavini arıyorum. Ona Mehdi Zana’ ın evine nasıl gidildiğini soracağım. Ama gerek yok ki; adam koskoca belediye başkanı, bütün taksiciler bilir evini. Kolilerimi orada bırakıp taksi aramaya gidiyorum.
Döndüğümde kolilerimin yanında demin aradığım muavini görüyorum, yanında da polisler var. Demek beni ihbar etmiş. İyi de Diyarbakırlıların hepsi yurtsever değil miydi? Şimdi bu adam beni niye ihbar etti ki? Kolilerin en üstünde küçük bir paket içinde bildiriler vardı. Onu bomba sanmışlar, yanına fazla yaklaşmıyorlar kolilerimin. Beni bekliyorlar. Uzaktan onları seyrediyorum. Bir ikilem içindeyim; sahip çıkıp kurtarabilir miyim, sahip çıkmazsam İstanbul’a nasıl dönerim? Arkadaşlara ne derim? Beni korkaklıkla suçlamazlar mı? Böyle bir utançla İstanbul’a dönemeyeceğimi saniyeden az bir sürede düşünüp, sonu ne olursa olsun kolilerime sahip çıkmaya karar verdim. Yanlarına doğru yürümeye başladım. Muavin beni görünce polislere gösterdi ve ortalıktan kayboldu. Polisler etrafımı sardı. Bir iki tanesi silahını çekmiş. Biri bağırıyor;
– Ne var o kolilerde?
– Kırtasiye malzemesi.
– Hemen aç onları!
– Açmam, defterler kalemler dağılır, toplayamam.
– Aç dedim sana!
– Gel, kendin aç.
Tehditler, küfürler gırla gidiyor. Yolcular bana bakıyor. Ne düşündüklerini bilmiyorum. Polislere direnişimin, tavizsiz davranışımın hoşlarına gittiğini sanıyor, şov yapıyorum artık. Bir süre sonra sinirlenip zaten yırtık olan ambalaj kâğıdını boydan boya yırttım. Hazine bulmuş gibi üşüştüler kolinin başına. Loş ışıkta Recep Maraşlı’nın yaptığını sandığım, zincirlerini kıran Koçgiri resmi çıktı ortaya. Resmin üstünde de “Biji yek gulan! Rızgari” yazısı gözlerine batacak gibi duruyor. Benliğimi güzelim bir gurur dalgası sarıyor, şu an kendimi zincirlerini koparan Koçgiri kadar kahraman hissediyorum. Bu duygularla haşır neşirken birden neye uğradığımı şaşırıyorum. Tekmeler, tokatlar, yerdeyim. Kaç kişi dövüyor beni bilmiyorum. Diyarbakırlılar dayak yiyişimi seyretmekte. Küfür sağanağı altında, yumruk ve tekmeler eşliğinde yerde sürüklenerek karakola götürülüyorum.
Karakol
İçeride beni ne bekliyor bilmiyorum ama çok büyük bir şey yakalamışlar, bunu hissediyorum. Yerde sürükleyerek merdivenleri çıkarıp bir odaya attılar beni. Gelen bakıyor, giden bakıyor. Ağzımdan kanlar akıyor ama acı hissetmiyorum. Bir anlığına yalnız kaldım. İri yarı, devrimci bıyıklı bir polis gelip, “Ne tirs e, ev tiştek nikarin bi te bikin, ji wan ra tiştek neblje” (Korkma, sana bir şey yapamazlar, onlara bir şey söyleme) dedi. Karakollarda iyi polis-kötü polis numarası yapıldığını bildiğimden cevap vermedim ama dedikleri de içime bir umut attı.
Telsiz konuşmaları kulağıma geliyor.
– Efendim, Rızgari örgütüne ait çok miktarda afiş, bildiri ve bomba imalatında kullanılan malzemelerle birini yakaladık, tamam.
– Anlaşıldı, kimlik tespitini yapın, tamam.
Telsiz konuşmaları sürerken birkaç polis hızlarını alamamış olacaklar ki durduğum odaya girip yeniden dövmeye başladılar beni. Gözüm devrimci bıyıklı polisi arıyor. Evet orada, kapıda durmuş dövülüşümü acıyla izliyor. Elinden bir şey gelmemesinin ezikliği İçinde olduğunu hissediyorum. Bir an için göz göze geliyoruz, belli belirsiz kafasını sallıyor.
Dayak faslından sonra beni apar topar bir odaya soktular. Üzerinde daktilo olan bir masa ve bir polis var içeride. İnce bir aramadan sonra üzerimde lanet olası adres kâğıdını buldular. Sevgilimden gelen hem siyasi hem de aşk içerikli mektuplar da vardı. Tamam, artık sevgilimi de tutuklarlar. Buna sebep olmanın ezikliğini yaşıyorum. Ama polis hiç de oralı değil, çıkanları bir zarfa koydu ve yakalama zaptı düzenlemeye başladı. Ayakta bekletiliyorum. Yavaş yavaş yumrukların, tekmelerin acısını hissetmeye başladım. Midem bulanıyor. Yalnızlığı iliklerime kadar yaşıyorum şu an. Yalnızım ve ne olacağını bilmiyorum. Yarım saat sonra siyasi polisler geldi. Haşat olmuş halimi zevkle seyrettiler. Bir tanesi,
– Size karışmayın demedik mi?
Diye çıkıştı karakol polisine. Bir diğeri,
– Kim bunu bu hale soktu?
Soruları havada kaldı. Benim içime ise bir umut düştü, demek başka dayak yemeyecektim.
İki Renault marka otomobille beni şehir merkezine götürüyorlar. Arabada başımı öne eğdiler, sürekli sorular ve arada karın boşluğuma yumruklar geliyor. Bereket yerimiz dar da hızlı vuramıyorlar. Demek boşuna umutlanmışım, bunlar daha kötü.
Şehir merkezinde Çarşı Karakolu dedikleri ama siyasileri sorguladıkları karakola gittik, ikinci katta bir koridorda bekletiliyorum. Sabah olmasına daha çok var, güneşin doğmasını bekliyorum. Kafamda sorulacak sorulara vereceğim yanıtlar dolaşıyor. Tamam, sonunda vereceğim ifadeyi netleştirdim.
Beni bir sürü sivil polisin olduğu bir odaya aldılar. Ayaktayım; yorgunum ve her tarafım ağrıyor. Polislerin yüzlerine bakıyorum, bunlarda işkenceci tipi yok. Bu beni rahatlatıyor. Hepsi beyefendi, okumuş insanlara benziyorlar. Okuyanlar işkence yapmaz ki. Çok da sakinler. Birazdan başıma ne geleceğinin hesabını bile yapamıyorum. Hareketlerinden bir şey kestiremiyorum. Sadece susuyorlar. Ben duvar dibinde kurbanlık koyun gibi beklerken küçümseyen bakışlarla beni süzüyorlar. Birisi sessizliği bozuyor,
-Anlat bakalım Ferhat, bunları kimden aldın, kime getiriyor» dun?
Kırk yıllık dostmuşuz gibi bana “Ferhat” deyişini sıcak ve samimi buluyorum, belki de uçan kuştan medet umduğumdan böyle geliyor bana.
– İstanbul’dan Rızgari’ nin yazı işleri müdürü olan Hatice Yaşar’dan aldım, burada Komal Yayınevi’nin müdürü olan Ahmet Kan’a getirdim.
Bu benim iki saat içinde hazırladığım ifadem. Polisler böyle net bir cevap vermemden şaşkın; bu rahatlıkta ifade verişim beni de şaşırtıyor. Devam ediyorum,
– Bunlar yasal afiş ve bildiriler. Altlarında Komal’ın ve Rızgari’nin açık adresleri yazılı. Yasaksa onlara sorun. Ben sadece Hatice Yaşar’ın ricası üzerine bunları getirdim. Yasak olsalardı, zaten getirmezdim, dedim.
Demez olaydım. O temiz yüzlü, aydın suratlı polis yavaşça masadan kalkıp yanıma geldi. Bu, pek hayırlı bir gelişe benzemiyordu ama bu kez dövseler de yere düşmeyecektim; ayağımı yere sağlam basıyordum, gardımı almıştım.
– Demek öyle Ferhat, Hatice Yaşar’dan aldın. Oğlum, sen ne uyanıksın böyle?
Bu sesin sahibi sinek bile incitemez diye düşünürken yumruğunu göğsümde hissedince anladım ki bunların okumuşu da cahili de yumuşak seslisi de kabası da adam dövmekten zevk alıyor. İkinci yumruğu mideme aldım ve nefesim kesildi. İki büklüm oldum, nefes alamıyorum. Sırtıma, başıma rastgele vuruyor; sözde yere düşmeyecek olan ben boylu boyunca yerdeyim artık. Ah çekmelerim, yemin içmelerim para etmiyor. Sorular peş peşe geliyor. Yanıtlarım kısa ve kesin. Bir süre sonra durdu. İçlerinden biri koluma girip yüzümdeki kanı, sümüğü yıkamam için lavaboya götürdü beni. Bu ‘iyi polislerden olmalı.
– Bunlarda din iman yok oğlum, doğrusunu söyle, seni ezerler bunlar.
– Ya! İnan doğru söylüyorum abi, neden inanmıyorlar ki bana?
– Şimdi ben dövecem seni, bana da yalan söyleme! Yüzümü yıkadım, biraz kendime gelir gibi oldum. Tekrar sorgu odasına aldılar beni. Aşağılayıcı bakışları beni incitiyor. Ayaktayım. Yine sabah olmuyor bir türlü. Bilirim bunlar gece işkence yaparlar, gündüz pek karışmazlar. Aynı sorulan defalarca soruyorlar. Daha önce sorulan her soruya aynı yanıtları vermeme sinirleniyorlar. Ettikleri küfürleri ağızlarına yakıştıramıyorum. Bunca yıl okumuş bu adamlar nasıl böyle küfür edebiliyorlar, şaşırıyorum. Sokakta görsem beyefendi derdim bunlara.
– Söyle bakalım Ferhat, bombayı nerede imal edecektin, nereye koyacaktın?
-Bu soru, sesi yumuşak, yumruğu sert olandandı.
– Anlamadım, ne bombası?
Bildiri ve afişleri bomba gibi görüyorlar sandım ama yanılmışım. Toz yapıştırıcının ne olduğunu çözememişler. Demek telsizde bomba imalatında kullanılan malzeme dedikleri buymuş. Rahatlıyorum. İlk defa onları küçümseyecek bir şey geçti elime.
– O sudkostik. Suda eritilip yapıştırıcı olarak kullanılır, afişleri yapıştırmak içindir.
Cahilliklerini yüzlerine vurmak sana mı kalmış? Siz hiç top oldunuz mu bilmem ama ben kendimi top gibi hissediyorum şu an. Yerlerde sürüklenip tekmeleniyorum. Tekmeleri ve hakaretleri neredeyse kanıksadım. Doğrusu, ben kaba dayaktan daha ağır işkence bekliyordum. Oysa bunlar sadece dövüyorlar. Böyle gidecekse, ben razıyım buna.
– Atın dışarı bunu!
-Ayağa kaldırıp kolumdan tutarak bodrum kata indirdiler. Ha tamam, işte asıl işkence yerine götürüyorlar. Demek devamı var daha.
Zaten bekliyordum; Filistin askısını, cereyanı, falakayı.
Aydınlık bir bodrum burası. Kapıları açık, geniş mazgallı nezarethane türü bir yer. Ama kapalı yerler de var. Işıkları sönmüş, hücre tipi yerler. Oralarda kimseler var mı bilmiyorum. Açıkçası beni pek de ilgilendirmiyor, ben kendi derdime düşmüşüm. Açıklık yere attılar beni. Zemin yer yer ıslak. Demir parmaklıklı kapı kilitlendi, çekip gittiler. Yalnız kaldım. Bu yalnızlığa çok ihtiyacım var, düşünmeliyim, dinlenmeliyim. Etrafıma bakıyorum. Üç metreye üç metrelik bir yer burası. Üst taraftan kalorifer ve tuvalet tahliye boruları geçiyor. Her tuvalete girip çıkanı duyuyorum. Sağımda solumda hücreler var. İçlerinde birileri olmalı ama çok sessiz burası. Kendimi bir an için kafesteki bir maymuna benzettim. Neden aslan değil de maymun, bilemiyorum. Sanırım bunca polis dayağından sonra insan kendini aslan gibi hissedemiyor.
İbrahim Kaypakkaya aklıma geliyor; mücadelesi, direnişi. Acaba hangi hücrede yazmıştı kanlı parmaklarıyla, “Sen bir komünistsin!” diye. O yürekli adam gibi olmak isterdim. Kuru bir yer bulup oturuyorum. Yok, oturmak olmaz; uzanmalıyım, hatta uyumalıyım. Daha kaç gün burada kalacağım, başıma neler geleceği belli değil. Beton zemine uzanıyorum. Ayağım ne yapsam ıslaklığa değiyor ama olsun, ben böyle de uyurum. Evet, uyuyorum. Dışarıdan gelen konuşma sesleriyle uyanıyorum, sabah olmuş. Başımı kaldırıp gün ışığının geldiği yere bakıyorum. Evet burası bir bodrum. Mazgaldan gelip geçen insanların ayaklan görünüyor. Türkçe ve Kürtçe konuşmalar geliyor kulağıma. “Özgür’ insan sesleri.”
İşte Diyarbakır ve ben. Yetmişli yılların başında sıkıyönetimde yatan babamı ziyarete gelirdim buraya. Sait Elçi’nin Yenişehir’deki evinde kalırdık! Sağ olsun, Saime yenge bizimle çok ilgilenirdi. Şimdi yeniden Diyarbakır’dayım işte.
Eskileri düşünerek epey bir zaman geçirdim. Sokağın gürültüsü giderek artıyor. Bir ara öylece durmaktan sıkıldım, artık ne olacaksa olsun demeye başladım. Ama aklıma gece yediğim dayaklar gelince vazgeçtim. Yok, ben burada rahatım. Acıktığımı hissettim. Soğuk ve ıslak zemin böbreklerimi çalıştırmış olmalı, çişim de var. İyi ama burada beni tuvalete çıkaracak kimse yok ki. Sıkıştım, sancı kasıklarıma kadar vuruyor. Bir çözüm bulmalıyım, çişimi yapmalıyım. Her yer ıslak, buraya yapsam farkına varmazlar bile. Ama olmaz; burada daha ne kadar kalacağım belli değil ve yaparken görürlerse kesinlikle çok döverler. Kendimi sıkıyorum ama olmuyor. Bir an rahatlasam az sonra daha şiddetle geliyor sancı. Başka hiçbir şey düşünemez oldum. Sadece çişimi yapmak istiyorum. Ben kendimle uğraşırken demir parmaklıklı kapı açıldı. Bir polis beni yukarı çıkardı. Ama ben iki büklüm olmuşum, yürüyemiyorum.
– Abi ya, çok çişim var, diyebildim.
– Patlama lan!
– Olur, patlamayayım.
Merdivenler bitti. Beni önce tuvalete götürüyor. Bu kadar güzel bir rahatlama olabilir mi? Sanki karnımda bir boşluk oluştu. Bu biraz acı veriyor ama rahatlama duygumu azaltmıyor.
Gece sessiz olan karakol ne kadar da kalabalıklaşmış. Yine gece sorgulandığım odaya girdik. Ekip aynı ama iyi giyimli biri daha var. O, masada oturuyor. Şef veya amir olduğu belli.
– Ferhat, Musa senin neyin oluyor?
Ben babamı Musa olarak tanımam ki. O, ben ve Kürt halkı için Faqi Hüseyin’dir, Seyda’dır. İlk şaşkınlıktan sonra cevap verdim.
– O, benim babamdır.
İçime bir umut doğdu. Demek bu, babamı tanıyor, onun dostu olsa gerek, tamam ben rahatladım, artık dayak yok.
Adam sessiz sakin ayağa kalkıp, duvar dibinde dikilmekte olduğum yere doğru yürümeye başladı. Elleri ceplerinde:
-Vay orospu çocuğu vay, demek baban ha?
Demesiyle yumruklamaya başlaması bir oldu. İlk yumruğu kafamın duvara çarpmasına ve burada dost bulunamayacağını öğrenmeme neden oldu. Dayak faslı uzun sürmedi. Aynı sorular, aynı yanıtlar. Küfürler, tehditler. Doğrusunu anlatırsam onlara beni kurtaracaklarını, üniversite hazırlık kurslarına gitmeme izin vereceklerini, hayatımı karartmayacaklarını da söylüyorlar.
Galiba bitti. Odadan çıkardılar beni. Koridorda, tutuklu olduğu her halinden belli olan biri var. Benim çıktığım odaya bu kez onu aldılar. Biraz sonra beni de çağırdılar.
– Ferhat, bunu tanıyor musun?
– Yok, tanımıyorum.
Gerçekten de tanımıyorum.
– Tamam, dışarı çık.
Çıktım. Beni masalarla dolu, her masada önünde bir daktilo olan memurların oturduğu geniş bir odaya aldılar. Bayan memurlar da var aralarında. Hepsi sivil ama polis olduklarını biliyorum. Bana bakıyorlar. Sanırım gözlerine çocuk gibi görünüyorum, ama değilim. İçlerinden biri,
– Suçun ne senin, niye aldılar seni? Diye sordu.
– Bir Mayıs afişlerini getirdiğim için aldılar.
– Anlat bakalım, nasıl oldu?
Bunlar memur, sorgumla alakaları yok. Üstlerine vazife olmayan işlere niye karışıyorlar ki?
– Ben ifademi içeride verdim.
– Oğlum, o şifahi ifadeydi, bize de anlatacaksın.
İlk kez ‘şifahi’ diye bir kelime duydum ve anlamını bilmiyorum.
– Çok yorgunum» size anlatmak istemiyorum.
– Sen kaşındın Ferhat!
Kendilerini takmamama çok bozuldular sanırım. Arka masalardaki memurlardan biri, dip dibe masaların arasından yanıma gelmeyi bile bekleyemeden en yakınımdaki memura,
-Şu orospu çocuğuna benim için bir tokat atsana.
Diye seslendi.
Yakınımda olan, arkadaşının sözünü hiç ikiletmeden suratıma tokadı yapıştırdı. Bu başlangıçtan sonra diğer masalardan da tokat ricaları yağmaya başladı. Ben en azından bayan memurlar istekte bulunmaz diye düşünüyordum ama yanılmışım. Onlar da rica etme sırasını hiç bozmadılar ve böylece beni tokatlamakta olan polis odadaki yirmiye yakın arkadaşının ricalarım yerine getirmiş oldu.
– Şimdi anlat bakalım!
Yediğim tokatlardan gözlerim çakmak çakmak, yanaklarım kan kırmızı; çaresiz anlattım onlara da.
Bu arada öğle saati gelmiş olmalı, personel birer ikişer yemeğe çıkmaya başladı. Karakolun deminki gürültüsü kalmadı. Bulunduğum oda da boşaldı, yalnızım şimdi. Pencereden Diyarbakır’ı seyrediyorum. Gelenler, gidenler, duranlar; kuru bir kalabalık var dışarıda. Yan pencereden Bal Palas otelinin tabelasını görüyorum. Bakımsız, sevimsiz mi sevimsiz bir otel ama şu an odalarının birinde bir saat uyumak için neler vermezdim.
Bir polis memurunun odaya girmesiyle ben de otelde uyuma hayalimden odaya döndüm. Daktiloya birkaç kâğıt koydu, aralarına kopya kâğıdı yerleştirdi. Onu seyrediyorum, işini bilen biri gibi çalışıyor.
– Yanıma gel bakalım, şu ifadeni alalım. Bu da tehdit eder gibi konuşuyor.
Yanına gittim, ayaktayım. “Otur? Dedi, oturdum. Bir şeyler yazıp bana döndü.
– Baba adı?
– Musa.
-Ana adı?
– Rabia.
Kimlik bilgilerim’ aldıktan sonra koltuğuna şöyle bir yaslanıp devam etti.
– İşe bak ya! Senin yüzünden öğle tatilim zehir oldu. Çabuk anlat sen de.
– Tamam abi.
– Anlat bakalım, bu bildirileri nasıl ve kimden aldın?
– İstanbul’da Laleli’de dolaşırken daha önceden tanıdığım Hatice Yaşar’la karşılaştım. Bana ‘Diyarbakır’a gidecek bir emanet var, götürür müsün’ dedi, ben de kıramadım.
Diye başlayan bir ifade veriyorum. Aslında Laleli’nin nerede olduğunu bile bilmiyorum ama aklıma ilk oranın ismi geldi, onu dedim.
– Ee sonra?
– Ben de aldım paketleri, Ahmet Kan’a verilmek üzere buraya getirdim.
Arada daktiloya bir şeyler yazıyor. Sorgudan sonra daktilonun sesi hep güzel gelir bana çünkü işkencenin, dayağın bittiğini gösterir. Şimdi biraz daha rahatım. Rahatlamanın verdiği cesaretle:
– Abi, acıktım ben, dedim.
– Ne o, bir de yemek mi ısmarlayayım sana?
– Yok abi, benim param var.
– Tamam tamam, hele işimizi bitirelim.
Demek işimiz bitiyor. Yahu bunlar beni ince işkenceden geçirmeyecekler miydi? Rahatladım. İfadem bitiyor, okuyup imzalıyorum. Polis dışarı çıkıyor.
Saat bire geliyor herhalde. Gidenler geri dönüyor. Yanımdan geçerken bana bir pislikmişim gibi bakıyorlar. Ben de kendimi çok kirli hissediyorum. Akşamdan beri yerlerde sürünmüşüm, yerde uyumuşum. Pantolonumun paçasında ıslaklığın izi duruyor. Ama ben pislik değilim, sadece kirliyim.
İfademi yazan geldi. Benden para alıp gitti, ekmek arasına helva koyup geri geldi. İyi ama Diyarbakır sıcağında helva olur mu?
Susuz nasıl yenir ekmek helva? Halime acıyan bir polis bana bir bardak su verdi…
Devam edecek…