Murat Dağdelen / Son bir kaç yıla kadar, hemen her gece rüyalarımda Diyarbakır’ı görürdüm. Gözlerimi kapatıp uykuya dalınca dar küçelerini (Sokak) adımlardım. Üstelik sokaklar tıpkı benim çocukluğumda olduğu gibi cıvıl cıvıl olurdu. Koşturan çocuklar, kapı önlerinde kadınlar, seyyar satıcılar hepsi yerli yerindeydi.
Yaşadığımız evlerin kapılarından girer, odalarını tek tek dolaşır orada yaşanmışlıkları bir film seyreder gibi izlerdim.
Ekmeğime salça sürüp damlarını gezerdim ( Çocukluğumda mahalle arkadaşlarımla ekmeklerimize salça sürer, dama çıkar birbirlerine bitişik olan evlerin üzerinde gezinirdik.)
İnanması zor fakat rüyalarım, rüyadan başka bir şeydi. Sabah uyandığımda, herşeyi çok canlı yaşamış gibi olurdum.
Ben “Bir gün dönerim” umudunu yıllarca kaybetmesemde, umut beni terk etmiş olmalı ki rüyalarımda Diyarbekir’imi görmez olmuştum son yıllarda.
Yaşamımın en değerli kısmı beni terk etmişti. Böyle olunca yaşamın ne kadar çekilmez bir şey olduğunu ancak benim gibi ülkesinden yıllarca uzakta yaşamak zorunda kalanlar anlar.
Sabahlara mutlu ve hüzünlü uyandığım zamanlar, sokaklarımda, evlerimde, bahçelerimde, nehirlerimde, bedenlerimde gezdiğim sabahlarda oldu.
Mutlu olurdum çünkü: Hiç beklemediği bir zamanda en çok istediği şeye kavuşmuş bir çocuğun sevinci olurdu yüreğimde.
Hüzünlü olurdum çünkü: Bütün bunların sadece bir rüya olduğunu bilirdim.
Neyseki, yaşadıklarım bana bu dünyada herşeyin mümkün olduğunu öğretti. En umutsuz olduğum ve herşeyin koyu bir karanlık içine hapsolduğu dönemlerde bile, içimi ısıtan ve aydınlatan bir güneşin doğduğunu gördüm.
Yaşam hergün yeniden doğar ve her doğuşta yeni umutlar filizlenir. Bunun gerçek olduğunu kitaplardan değil, tecrübelerle dolu yaşamımdan biliyorum.
İşte bak sevgili okuyucu! Uzun uzun yıllar sonra Saray Kapıdayım.
Diyarbakır bedendeyiz. Saray kapısında. Eskiden Diyarbakır’lılar, Sur’a beden derlerdi. Diyarbakır surlarının tarihini anlatmaya kalksam, koca bir kitap yazmak gerekebilir. Sadece kısa bir bilgi olsun diye Diyarbakır’ a bin yıllar içinde kimlerin egemen olduğunu yazmam kafi gelir. Aşağıdaki pasajda göreceğiniz üzere bin yıllar içinde:
Hurri-Mitanniler, Assur’lar, Urartular, Persler, Romalılar, Selevkoslar, Partlar, Büyük Tigranlar, Araplar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Mervaniler, İnaloğulları, Nisanoğulları, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Osmanlılar Diyarbakırı egemenliklerini altına almış ve yönetmişlerdir diyelim ve konuyu kapatalım.
Saray kapısından iç kaleye geçiyoruz. Kapının girişinde Polis barikatı var. Tam teçhizatlı polisler insanları süzüyor. Bende onları. Hepsi genç polisler. 20-25 yaşlarında görünüyorlar. Belli ki yeniler. Öyle düşman gibi görünmüyor hiç birisi. Güler yüzlü, yardıma hazır bir havaları var. Biz polisin, nefret ve düşmanca bakışlarına alışık olduğumuzdan, bu genç polislere bakıp gülümsüyorum.
Kapıdan iç kaleye doğru geçince sol tarafta, eskiden Jitem için kullanılan ve girenin bir daha gün ışığı göremediği Jandarma merkezine bakıyorum ancak, artık yok, yıkmışlar. Burada yapılan kazılarda 90’lı yıllarda gözaltına alınıp işkence ile öldürülenlere ait kemikler olduğu sanılan insan kemikleri bulunmuştu. Ve 90 yıllarda Jitem adına çalışan bir itirafçının verdiği bilgilerden sonra, açığa çıkmış cinayetlerle ilgili şimdiye kadar herhangi bir Jitem sorumlusunun ceza almadığını söylemeliyim.
Sağ tarafa bakıyorum Küpeli ve Gül banyo evinin yerinde yeller esiyor. Küpeli havuzu eskiden yaz aylarının insanı canından bezdiren sıcaklarında Diyarbekir’lilerin serinlemeye çalıştığı ve gün boyunca tıklım tıklım dolu olan bir yerdi. O zamanlar mayo diye bir şey bilinmezdi. Külotla girmekte yasaktı. İnsanlar peştemal denilen masa örtüsü büyüklüğünde bir kumaşı bellerine dolar, göbeğinin üzerinde düğümler, kumaşın sarkan kısmını bacaklarının arasından geçirip bele bağlanmış kısım ile göbek arasından geçirir ve aşağıya sarkıtırlardı. Tam kızılderililer gibi.
Biraz aşağıda Buz fabrikası vardı o da yok olmuş. Diyarbakırın buz ihtiyacı buradan karşılanırdı. Kahveler, şerbet satıcıları, lokantalar, cici bici’ciler buranın daimi müşterileri idiler. Ayrıca aileler yazın peynirleri yirmi kiloluk teneke kaplara koyar, teneke kapların açık olan kısımları lehimlenerek kapatılır ve kışa kadar buzhaneye ücret karşılığı teslim edilirdi. Buradan çok buz kalıbı taşımışlığım vardır.
Daha da aşağıda Dıngılheva havuzu da yok artık.
Bütün alanı dümdüz edip park haline getirmişler. İnsanlar burada gezinip duruyor. Buranın “Çok güzel ” yapıldığını/olduğunu söyleyen çok kişiyle karşılaştım. Ne tuhaf! İnsanların geçmişlerinin yıkılıp gezinti yerlerine dönüştürülmesine “İyi olmuş” diyorlar. Çevreyi düzenlemek, halkın yararlanabileceği güzel alanlar oluşturmak elbette iyidir fakat, eskiyi koruyarak, eskiyi yenileyerek yapmak modern şehirciliğin ana prensiplerinden en önemlisidir. Üstelik tarihle bağı koparılmış insan, gözleri körleştirilmiş bir insana benzer. Avrupa’da bu tür yapıları bırakın yıkmayı, izinsiz bir çivi bile çakamazsınız.
Tekrar surlara bakıyorum, üstüne çıkmak için kullanılan bütün merdiven girişleri, polis tarafından, demirden barikatlarla kapatılmış, çıkışlar yasaklanmış. Dolayısıyla “Hendek savaşları” nın geçtiği yerleri göremiyoruz. İstatistiklere göre 2300 evin ve işyerinin yıkıldığı, kırkbin insanın göç ettiği ve resmi olmayan rakamlara göre 5-6 bin insanın yaşamını yitirdiği yerler kapatılmış ve görülmesi yasaklanmış. Şükürler olsun ki benden önce Diyarbakır’a giden Nedim Baran kardeşim daha henüz surlara çıkmak yasak edilmediği bir günde, surlara çıkmış ve “Hendek” savaşının geçtiği yerlerin fotograflarını çekip yayınlamıştı. Fotoğraflarla, çok büyük bir alanın yerle bir edildiğini, geriye hiç bir binanın, evin, işyerinin, kısaca insana ait hiç bir şeyin artık olmadığını gözler önüne sermişti.
Devam edecek………………
10.07.2017 Almanya
Murat Dağdelen