Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Gerçeğin tahribatı ve Diyarbakır Cezaevi

12 Eylül cuntasının aynası olan Diyarbakır Cezaevi üzerine piyasaya sürülen bazı tahrifatlar var. Bazı yalancı pehlivanların güreş meydanında sırtlarını yağladıklarını görünce, bu makaleyi yazmaya karar verdim.

KCK’ye ait bazı yayın organlarında, “Diyarbakır Zindanı’nda Türk devleti, 21 Mart 1982 gecesi PKK Merkez Komitesi üyesi Mazlum Doğan’ın üzerine benzin dökerek yakmıştır” diye yazılıdır.

Bu yazıları okuyan gençler, bana soru soruyorlar haklı olarak. Ben de onlara 21 Mart 1982 gecesi Mazlum Doğan’ın kaldığı hücre bölümünde olduğumu, Mazlum Doğan’ın işkenceleri protesto etmek için kravatıyla kendisini astığını söylüyorum.

Gençler ise, “KCK yayın organları neden yalan söylesinler ki?” sorusunu soruyorlar.

Onlara diyorum ki, o yazıları yazanlar Diyarbakır cezaevinde 1981 tarihinde nelerin yaşandığını bilmiyorlar. Bilmedikleri için de Mazlum Doğan gibi önemli bir adamın kendisini asamayacağını düşünüyorlar.

PKK de “12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı” adlı kitabım yayınlanana kadar Mazlum Doğan’ın devlet tarafından yakıldığını yazmıştı. Ama Diyarbakır’da yaşanan vahşetin boyutu anlaşıldıktan sonra Mazlum Doğan’ın kendisini asmasının anlamı ancak o zaman anlaşılmıştı. Bugün o duvarlar arasında olup bitenleri bilmeyenler, Mazlum Doğan’ı ve eyleminin büyüklüğünü zaten anlayamazlar.

Yine KCK’ye ait bazı yayın organlarında Diyarbakır eski Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ın Diyarbakır Cezaevi kadınlar koğuşunda tutuklu iken, güya Cezaevi İç Güvenlik Amiri Esat Oktay Yıldıran koğuşa girdiğinde bütün kadınların ayağa kalktığını, Gültan Kışanak’ın ise ayağa kalkmadığını, bunun karşılığında köpek CO’nun kulübesine atıldığını, Kışanak’ın altı ay orada kaldığını yazmaktadırlar

Kadınlar koğuşunda kalan bütün tutuklu kadınlar bunun uydurma bir yalan olduğunu biliyorlar. Kadınlar koğuşunda bütün direnişlerde yer alan ve 49 gün ölüm orucunda kalanlar Sakine Cansız, Aysel Çürükkaya, Fatma Çelik ve Gönül Atay’dır. Bu direnişçi kadınları “kaybedenler” neden sahte pehlivanlar yaratmaya çalışıyorlar?

Bunun üzerine düşünmek lazım.

Yine KCK’ye ait bazı gazetelerde Emine Turgut isimli bir kadının açıklamalarını okuduğumda, “Ya ben o cezaevinde değildim, ya da bu kadın o cezaevinde yaşananlar hakkında hiçbir şey bilmiyor” dedim.

Emine Turgut o cezaevindeki uygulamaları anlatırken, “İçeriye atılan bombaların şarapnel parçaları hâlâ vücudumda duruyor” diyordu.

Doğru dürüst okuma yazması olmayan, şarapnelin ne anlama geldiğini bilmeyen Emine Turgut’u dinleyip söylediklerini kaleme alan kişi, muhtemelen cezaevini daha korkunç şekilde anlatmak için, kadınlar koğuşuna el bombası attırarak cezaevi hakkındaki cehaletini sergiliyor.

Sakine Cansız 2013 tarihinde Paris’te iki kadın arkadaşı ile birlikte bir suikaste kurban gitti. 1991’de Bekaa Vadisi’nde yapılan Zindan Konferansı’nda lanetlenen, adı, yazdığı direniş destanları silinen, kuşkulu, tehlikeli, Diyarbakır savcısı ile görüştüğü için şüpheli, düşkün olarak değerlendirilip gözetim altında tutulan, gözden düşürülen Sakine, öldürüldükten sonra “ilahe” yapıldı.

Şimdi de anlatıldığına göre, Diyarbakır İç Güvenlik Amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran Sakine Cansız’ın memesini kesmiştir.

 Bu yalana neden ihtiyaç duydular?

Orasını anlıyorum!

Sağken O’nun cezaevinde gördüğü zulmü anlatmayanlar, onun sergilediği direnişi küçümsemek için “Sizler bir çorba için direndiniz” diyenler, şimdi göğüslerini kestirerek rant toplamak istiyorlar!

Bazıları da cezaevinde yaşadıkları gerçekleri anlatamadıklarından yalana başvurmak zorunda kalıyorlar.

 Bunlardan biri avukattı.

35. Koğuş olarak adlandırılan hücre bölümünün birinci katının iki no’lu hücresinde kalıyordu. Direndiği için değil, eskiden Belediye Başkanlığı yaptığı ve avukat olduğu için hücreye konulmuştu.

Akın isimli işkenceci gardiyan:

“Lan avukat, karının telefon numarasını ver, ben gidip si………!” diyordu.

Avukat “Emredersin komutanım” diyerek eşinin telefon numarasını hepimizin duyabileceği bir sesle gardiyana veriyordu.

Bir gün bu Avukatın kaldığı hücreden Cemal Kılıç isimli tutuklu zorla çıkarıldı. Dövülerek duvarın dibine kadar götürüldü. Burada ayağına zincir bağlanarak, zincirin bir ucu duvara çakılı projektör demirinin üzerinden geçirilerek, Cemal baş aşağı asıldı. Ardından göğsünden tutularak sırtı defalarca duvara vuruldu.

Bir müddet sonra Cemal Kılıç’ın ağzından kan akmaya başladı. Birkaç dakika baş üstü ayağından asılı kalan Cemal Kılıç, gardiyanlar tarafından indirilerek hücresine konuldu. Cemal, sabahın erken saatlerinde aynı hücrede yaşamını yitirdi.

Cesedini alıp götüren gardiyanlardan sonra İç Güvenlik Amiri Esat Oktay Yıldıran geldi. Elinde bir tutanak vardı. Bu tutanakta ise şu satırlar yazılıydı:

“Tutuklu Cemal Kılıç, temizlik için hücresinden çıkarıldı, merdivenleri yıkadığı esnada sabun kalıbına basarak yuvarlandı, beyin kanamasından dolayı yaşamını yitirdi.”

Esat Oktay Yıldıran, yukarda bahsettiğim avukat dahil, bu tutanağı Cemal Kılıç’ın hücresinde kalan dört tutukluya imzalattı.

Bu metni imzalayan avukat mahkemeye çıktığında, Cemal’in ölümünü orada söylemedi. Tahliye olduğunda kimselere anlatmadı.

Aradan yıllar geçti…

Politikacı olarak sahneye çıktı. Kürtleri temsil eden bir partiye yönetici oldu. Televizyon kameraları her gün ona dönüyordu. Bir gün olsun konuyu gündeme getiremiyordu.

Çayan Demirel Diyarbakır Cezaevi belgeselini yapmaya karar verdi. Kameraları bu avukata da çevirdi.

Ne anlattı, biliyor musunuz?

Aynen şunları: “Bir gün Esat Oktay Yıldıran’a baktım.  Dedim ki, Esat, senin gibi zalimlerin sonu hiç iyi olmayacak!”

Başka bir avukat vardı. 1983 tarihinde 5 Eylül direnişinde kalabalık bir koğuşta kalırdı. Cezaevinde üç bine yakın tutuklu hep bir ağızdan “kahrolsun sömürgecilik” sloganı atmış, isyan etmişti.

 Bu isyanı bastırmak için elleri kalaslı bir manga komando ile kalabalık koğuşun demir kapısını açan Yüzbaşı Abdurrahman Kahraman, koğuştaki tutuklulara:

“Ben hakkımı devletten sike sike alırım diyenler, (parmağıyla koğuşun sağ tarafını işaret ederek) bu tarafa, devlet benim hakkımı verir diyenler, (parmağıyla koğuşun sol tarafını göstererek) bu tarafa” dedi.

Bu durum karşısında bütün tutuklular “devletten hakkını sike sike almak isteyenlerin” tarafına geçti.

Yalınızca bu avukat bu tutuklulara uymadı. O, “devlet benim hakkımı verir” diyen tarafına geçti. Bununla yetinmedi, “Komutanım ben direnmiyorum, beni başka bir koğuşa götürün” dedi. Yüzbaşı Abdurrahman Kahraman’ın cevabı ise daha ibret vericiydi:

“Oğlum bütün koğuşlar direniyor, seni bir yere götüremem ki!”

Aradan zaman geçti bu avukat dışarı çıktı. Başından geçen buna benzer trajedileri hiçbir zaman kimselere anlatmadı.

Milleti balık hafızalı sandı, olayı tersinden anlatmaya başladı.

Onun yazdığına göre: “1993 direnişinde Yüzbaşı koğuşumuza geldi. ‘Neden direniyorsunuz?’ dedi.

Ben de, ‘Biz sizin için direniyoruz’ dedim. O, hayretler içinde, ‘Nasıl?’ deyince,  ben de ‘Direniyoruz ki işkenceler son bulsun, bundan sonra işkencesiz anılarınız olsun, yarın çocuklarınıza anılarınızı anlattığınız da utanmayasınız.’ Tabi bunu dinleyen yüzbaşının gözlerinden yaşlar aktı.”

 Gerçeği anlatamayanlar, yalan söylemek zorundalar.

 Ama maalesef toplumumuz o hale gelmiş ki, gerçeklere değil yalanlara inanıyorlar.

Yalanla beslenen toplumda alçaklar kahraman, kahramanlar da alçak oluyor. Tarihi gerçekleri işte böyle çarpıtıyorlar.

2 Yorum
  1. Nonconformist diyor

    “Bir gün Esat Oktay Yıldıran’a baktım. Dedim ki, Esat, senin gibi zalimlerin sonu hiç iyi olmayacak!” bu diyaloga belgeselde rastlamadim. Avukatlar kim acaba?

    1. Vengma diyor

      Merak ediyorsun ama ben söylemem araştır kendin bul.

Vengma adlı kişiye yanıt verin
Yanıtı İptal Et

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

6 − 2 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla