25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü nedeniyle medyada önümüze düşen allı morlu kadın suratları, şiddetin pornosuna dönüşüyor her yıl. Kadının adı hala yok ama yüzü gözü morarmış halleri televizyonlarda, gazetelerde. Gözleri siyah bir şeritle perdelenen failler ise isimlerinin baş harfi kadar yer buluyor şiddet haberinde. Baş harfler ve nokta. Hepsi bu. Bizim ise görünmezlik iksiri içmiş ataerkiye panzehirimiz hazır: Bin yıllık ataerkiyi sorgulamak için bin yıldır kahraman bildiğimiz erkeklerin ifşası.
Bunu yapmanın tam amacını baştan belirtelim. Bilimden sanata pek çok alanda muazzam eserler veren ve yaptıkları öncü işlerle kahramanlaştırdığımız isimlerin kadına şiddet karnesini incelemek, aldıkları kırık notlar nedeniyle kahramana olan sarsılmaz algımıza şerh düşmek ve bu sayede ataerkiyle bir kez daha yüzleşmek.
Listemizin başında, son dönemde hakkında çekilen filmle yeniden gündeme gelen Yılmaz Güney var.
Yılmaz Güney, hayat arkadaşı Nebahat Çehre ile kavga ve dayak dolu bir aşk yaşıyor. Korkudan tir tir titreyen Çehre’nin başına bardak koyup nişan almaktan tutun da onu öldüresiye dövmeye kadar ‘’tutkulu’’ bir aşk. Hatta bir tartışma sonrası Yılmaz Güney’in Elmadağ’da eşini bilerek arabayla ezdiği, Çehre’nin havaya uçup önce arabaya sonra kaldırıma çarptığı ve bu olay nedeniyle ayrıldıkları yıllar sonra yapımcısı tarafından itiraf ediliyor.
Bu noktada duralım ve şu soruyu soralım: Sanatçının kişiliği ile ortaya koyduğu sanatı birbirinden ayırt etmeli miyiz? Şairin şiiriyle, yazarın metniyle, yönetmenin filmiyle tutarlı bir profil sergilemesine gerek yok mu?
Sanatçının karakteri ile sanatını birbirinden ‘’ayırt etmenin’’ imkansızlığını en iyi ifade edenlerden biri olan Ulus Baker’e kulak verelim;
‘En kötüsü, günümüz “konuşan” ve “yazan” insanlarının, hangi taraftan olurlarsa olsunlar, bir “ayırt etme” merakını gitgide daha da abartmalarıdır: İyi İslam siyasete bulaşmadığında “iyi” olacaktır; Yılmaz Güney’in “sanatçı kişiliğini” politik kimliğinden, başından geçenlerden, maçoluğundan, savcıyı vurmasından, karısını dövmesinden “ayırt etmek” gerekir. Ya da eğer sanat alanında bir tartışma yapılacaksa salt estetik değerler üzerinde dönmelidir, böylece Yılmaz Güney’in kişisel halleri ayrı tutulmalıdır. Oysa Yılmaz Güney’in filmografisinin bütünü –yalnızca Umut, Yol, Sürü gibi filmler değil– yaşamı ayırt edilemez bir bütün olarak sunabilme yeteneğine sahipti. Yılmaz Güney’i kişi olarak tanımış olmasam bile, filminin onun kişiliğiyle bir olduğunu bilirim…’
Sanatçıyı sanatından ayırmak onu beslendiği topraktan ve yaşadığı zamandan ayırmaya benzemiyor mu? Hala karar verememiş olanlar için başka bir örnekle devam edelim:
Tomris Uyar’ın “Tanıdığı kaç kişi varsa o kadar Cemal Süreya vardır.” dediği Cemal Süreya ile.
“Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım.”
(Cemal Süreya tarafından eşi Zuhal Tekkanat’a yazılan not.)
Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in, Süreya’nın arşivinden ve yakınlarıyla yaptıkları röportajlardan yola çıkarak yazdığı “Şairin Hayatı Şiire Dahil” biyografisine göre, iki kez evlendiği eşi Zuhal Tekkanat, Süreya ile yaşadığı bir kavgada ağzının burnunun kan içinde kaldığını söylemiştir. Süreya’nın ilk eşi Seniha Hanım ise, bir kavgada dişlerinin döküldüğünü ifade etmiştir.
Ayışığında oturuyorduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni
(Cemal Süreya’nın antolojisinin en tutkulu ve en erotik şiirlerine imza attığı Tomris Uyar’la yaşadıkları fırtınalı ilişkilerine ait dönemden “Sayım” isimli şiir)
Murat Belge, ‘Şairaneden Şiirsele/Türkiye’de Modern Şiir’ isimli kitapta, Cemal Süreya ile Tomris Uyar beraberliğinin bitişinden sonraki tanıklığını aktarırken şunları söylüyor: “… Sonraki yıllarda Tomris’e (Uyar) niçin ayrıldıklarını sormuştum. ‘Bana sizin birlikteliğiniz çok verimli görünüyordu’ demiştim (…) Tomris, ‘Dövüyordu’ demişti ve gerçekten çok şaşırmıştım. Yumuşacık Cemal’de hayal edemediğim bir hareket tarzı. Ama Perinçek-Duruel’i okuyunca bunun çeşitli örnekleriyle karşılaşıyoruz ve o zaman Tomris’in sözünden şüphelenmenin gereği de kalmıyor.” (s. 437)
Eşi bir vapur gecikse “Nerede kaldın?” diye hesap soran, aşırı kıskanç ve öfkelendiği zaman kendini kaybedecek yanları olan Cemal Süreya, evliliğin kadın ve erkeği bin yıllık bir ortalamaya çektiğini söyler. Durup yeniden soralım öyleyse. Yeryüzünün en güçlü şiirlerini yazan, en etkileyici filmlerini çeken bu isimleri bin yıllık bir ortalamaya çeken nedir? Bu soruyu aklınızda tutun. Yeniden döneceğiz.
Murat Belge, sözünü ettiğimiz kitapta başka büyük şair Ece Ayhan’la ilgili gizli kalan bir konuyu getiriyor gündeme: “Aklımda doğru kaldıysa bu sıralarda, Ortodoksluklar çıktıktan sonra olmalı, gazetenin birinde Ece Ayhan adında bir kaymakamın bir genci silah çekerek cinsel ilişkiye zorlama teşebbüsünden hapis cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Böylece Ece Ayhan bir süre görünmez oldu. Bu eğilimini biliyorduk ama böyle tabancalı falan bir olay olmasına şaşmaktan kendimizi alamadık. (s. 525)”
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ Devlet dersinde öldürülmüştür” diyen şairin kaymakamlık yaptığı dönemde arkasına aldığı devlet erkini de kullanarak genç bir insana tecavüze kalkışmış olması şiirinin inandırıcılığını sorgulatmıyor mu?
Türkiye sinemasının unutulmaz filmlerine imza atan Yılmaz Güney’in sevdiği kadını arabayla ezebilecek yapıda bir maço olmasını, aşka yazılmış en etkileyici şiirlerin mahir kalemi Cemal Süreya’nın sevdiği kadınları dövmekten çekinmemesini, ‘’sivil’’ şair Ece Ayhan’ın devletin gücünü arkasına alarak ve üstelik tabanca ile tecavüze kalkışmasını umursamayacak mıyız?
Hala hayatta olsalardı uyguladıkları şiddetin açık açık konuşulmasına belki karşı çıkmaz ve hatta öz eleştiri bile getirirlerdi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama dünyadaki benzerleri gibi saygınlık ve itibarlarının nitelikli bir tartışmaya muhtaç olduğu aşikar.
Henüz biz bu yazıyı hazırlarken gündeme düşen haberi ekleyelim. Şili hükümetinin Santiago Arturo Merino Benitez Havalimanına Pablo Neruda‘nın ismini vermek istemesi bazı insan hakları gruplarının tepkisini çekti. Çünkü ünlü şair, 40 yıl önce yayımlanan hatıratında, 1929’da diplomat olarak gittiği Sri Lanka’da bir hizmetçiye tecavüz ettiğini itiraf etmiş, ancak toplum bu açık itirafa uzunca bir süre kulak tıkamıştı. Ta ki, Latin Amerika genelinde kadın hakları için eylemler yapan “NiUnaMenos-Bir (Kadın) Bile Daha Az Değil” hareketi, kararı “uygunsuz” diye niteleyene kadar. Karen Vergara Sanchez adlı bir aktivist, “Havalimanın adının değiştirilmesinin mantığı yok. Üstelik bu, kadınların tacizci ve tecavüzcülerini deşifre etmeye başladığı bir dönemde yapılıyor.” diye konuştu.
Bir kadın, kendi istek ve tutkularına kulak verip cinsel hürriyetine erişmeye yeltendiğinde -karşılıklı gönül rızasına dayalı bir ilişkide- bile toplum içinde lanetlenip cadı diye avlanırken, bir erkeğin toplum nazarında itibarını yitirmesi için bir kadına tecavüz etmiş olması bile yeterli bulunmuyor. Çünkü büyük ozan, çünkü politik kişilik, çünkü erkek. İşte bu ataerkidir.
“Benim için yalnız iki tür kadın vardır: Tanrıçalar ve paspaslar.”
Dehasını en güçlü afrodizyak olarak kullanan Pablo Picasso’nun iki eşi ve altı sevgilisi ile yaşadığı ızdıraplı aşklar çok yazıldı çizildi. Sanatına ilham, tablolarına model olan aşıklarından birinin akıl hastanesine kaldırılması, ikisinin de intihar etmesi ile sonuçlanan ilişkilerinin sonunda Picasso, kadınların acı çekme makinesi olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Kübist sanatta iç içe geçirdiği perspektiflerle kendine hayran bırakan orta yaşın sonundaki Picasso, henüz on yedi yaşındaki sevgilisiyle hayatlarının zirvesinde olduklarını söylerken gerçekten kızın perspektifinden bakabilmiş miydi? Pek öyle durmuyor.
Şimdi başta sorduğumuz soruya dönelim. Sanatın akış yönünü değiştiren bu dehaları, dönüp bin yıllık ortalamaya çeken neydi? Nasıl oldu da politik kimlikleriyle insan hakları, savaş ve diktatörlük karşıtlığı veya işçi sınıfı mücadelesinde ezilenlerin yanında dururken kişisel evrenlerinde -evde ya da dışarda- kadını bunca ezmekte herhangi bir beis görmediler?
Belki de kesinlikle belli bir kronolojiye bağlı kalarak büyümüyoruzdur. Bir alanda muazzam işler çıkaracak kadar olgunlaşırken başka bir alanda ilkel kalabiliyoruzdur. Ataerki denilen ve kadının boyunduruk altında tutularak ideolojik sistemle toplum dinamiğinin korunduğu zehirli yapının her türlü ekmeğini yiyip sorgulamadan kabul eden ve zehrini çevresine akıtmaktan çekinmeyen çok katmanlı karmaşık bir yapıyızdır. Bu nedenle kahramanlarımızı öldürmeliyiz. Kadın-erkek, hepimizi için için çürüten ataerkiyi devirebilmek için ona esaslı bir tekme savurmuş oluruz.
Ataerki geçmiş, bugün ve gelecekle bizi oradan oraya çekiştiriyor, eğer gerçekten bugünümüzü düzeltmek istiyorsak kahramanlarımız gibi bizim de içimizde zamanı gelince patlayacak bir ataerki bombası bulunduğunu kabul etmeli ve herşeyi yeni baştan kurarken bu kabulle o lanet bombayı imha etmeliyiz. Bunu yapmaktaki amacımız, gücü erkeklerin elinden alıp onu kadınlara vermek değil, güç anlayışının kendisini tamamen ortadan kaldırmak olmalıdır.
Akil fikir müessesi