Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Ölümle Sınanmış Bir Hayat-Son Bölüm

Selim Çürükkaya – Ölümle Sınanmış Bir Hayat-4

Ahmet Sikrini yazı dizisi devam ederken tarihi olaylar  yaşanmaya başlandı. Güney Kurdistan’da yaşayan Kürtler, kendi kaderlerini tayin etmek için referanduma başvurunca ve refarandumda % 93 evet oyu çıkınca, kıyamet koptu.

Birbirleri ile kanlı bıçaklı olan Farslar, Araplar ile Türkler biraraya geldi, Kürtleri tehdit etmeye başladı. Tehditle yetinmediler, Kürdistan’ı işgal hareketine giriştiler.

Bütün medeni dünyanın gözleri önünde bunu yaptılar. Kimselerden ses çıkmadı. Her devlet kendi çıkarını ve Kürdistandaki  petrolü düşündü.

Bu hangâmede Ahmet Sikrini öyküsünü kaç kişi okur bilemem ama, onun öyküsünde bugün için çıkarabileceğimiz dersler olduğundan yazmayı gerekli görüyorum.

Mam Ahmed Sikrini bana peşmerge iken katıldığı operasyonları, verdiği mücadeleyi anlatmak istedemedi. Çok ısrarcı oldum, ama O: “Bizde birisinin kendisini övmesi ayıptır, beni benimle olan arkadaşlarım bilir” demekle yetindi. “E, hikayeyi nasıl ilerleteceğiz?” dediğimde, biraz düşündü 1973 yıllarında Saddam Hüseyin rejimi ile yapılan barış görüşmeleri döneminde yaşadığı ilginç olayları anlatmak istediğini söyledi. Yüz hatlarından, dikkatinden, vücudunun aldığı şekilden anladım ki, çok önemli bir şeyi anlatacak: “Bilyor musun? “ dedi, biraz durdu, yutkundu:

“Barış zamanında, biz ile Cahşlar…”

Burada müdahale ediyorum: “Cahş derken kimleri kast ediyorsun?” soruma, “Saddam Hüseyin rejiminin işbirlikçileri olan Kürtleri kast ediyorum” dedi. “Biz onlara böyle hitap ediyorduk” diye ekledi.

“Tamam anladım devam eder misin?”

Bu araya girmeler konsantrasyonunu bozduğundan, anlatmak istediğini yeniden düşünndü. “Biliyor musun?” dedi. “Biz bir grup peşmerge barış zamanında bu cahşların evinde misafir olduk. Hem de kimlere biliyor musun?” dedi bana bakarak.

“Kimlere?” dedim.

“Benim abimi öldürenlerin evine misafir olduk. Ve bu aileden de ölüler olmuştu. Ben de bunu biliyordum, onlar da biliyordu. Birbirimizden adam öldürmüştük, kanlı buçaklıydık ve bir müddet sonra şartllar değişmiş, aynı evde oturmuş birlikte yemek yiyorduk. Bu coğrafyanın kaderi böyledir, öyle anlar olur ki; mağaranda olan bir yılanla yiyeceklerini paylaşmak zorunda kalıyorsun, vermesen yiyeceği, seni ısrır, silahla öldürmeye kalksan düşmana yerini belli ettirirsin!  Düşünebiliyor musun, adamlarını öldürmüştük, abimi öldürmüşlerdi ve evlerinde birlikte yemek yiyiyorduk, eskinin düşmanları dost olmuşlardı.

Ve bizde intikam duygusu kalmamıştı.”

 Sanki içindeki intikam duygusunun yok olup gitmesine hayıflanıyor gibiydi. Ses tonu birden ciddileşti, yeni bir anektoda geçiş yapmak isterken yutkundu, “Dıktor” dedi, “Sana hayatımın dönüm noktasını oluşturan olayı anlatayım, ama her şey de anlatılmaz  ki…….

Sustu….

Araya girdim. “Anlatmak istemediklerini anlatma” dediğimde rahatladı.

“Biliyor musun, ben peşmerge iken, Saddam Hüseyin’in Türkmen kökenli bir genarali Saddam rejimini terk etmiş, bizim bölgeye sığınmıştı. Çok Kürt öldürmüştü. Eli kanlı bir katildi. Peşmergesi olduğum parti bu genaralin ifadesini almış, ardından serbest bırakmıştı.
Ben ise bu durumu kesinlikle kabul etmiyordum. Kendi kendime karar aldım bu katili öldürecektim. Hazırlıklarımı yaptım, bu niyetimi birkaç kişiye de açıkladım. Tam harekete geçeceğim gün, tutuklanıp hapishaneye konuldum.”
 dedi üzgün bir ses tonuyla.

“Kim tutukladı seni?”

“Mensup olduğum partinin adamları beni tutukladı. Ben Kürt katili bir generali öldürmeye karar veriyorum, ama Kürtler’in kurtuluş mücadelesi veren partim, Kürt katili generali öldürmek istediğim için beni tutukluyor. Buna çok üzüldüm, adeta yıkıldım. Sadam’ın gözünde, kaçan genaral haindi, benim gözümde kaçan genaral çok Kürt öldüdüğünden katildi, beni tutuklayan partimin adamlarıma göre,  partiyi dinlemediğimden ben haindim. Dedim ya, bu coğrafya böyledir. Hain ile kahraman arasında soğan zarı kadar bir mesafe vardır……”
 “Peki ne kadar tutuklu kaldın, hapishane koşulları nasıldı” diye sorduğumda, bir sene kadar hapiste kaldığını ama bütün umutlarını yitirdiğini,  tahliye olmadan, kendisini tutuklayanlardan kesinlikle intikam almak istediğini söyledi. Biraz nefes aldı:
Ama  tahliye olduğumda savaş bitmiş, peşmerge yenilmişti” dedi.

Rahmetli İdris Barzani’nin kendisini çağırıp konuştuğunu, ama ikna olmak istemediğini, İdris Barzani’ye, “Adamı öldürmediğim halde bir yıl hapis cezası çektim, ya bir de öldürseydim deyip yanından ayrıldım” diyor..

Bu cümleden sonra sustu. Artık konuşmak istemedi. İçi doluydu. Yüzü hesap makinesi gibiydi, neyi anlatıp neyi anlatmaması gerektiğini kafasında ayırıştırıyordu. Sonra:

”Dıktor, biliyor musun, Sadam ın istihbaratı benimle parti arasındaki ihtilafı ayrıntılarına kadar biliyordu. Onlara göre hain generali öldürmeye kalkmam, kendilerine yakın olmam anlamına geliyordu. Onlar için general, Saddam’ı terk ettiği için haindi, benim için ise Kürt öldürdüğü için. Haine ayrı anlam yüklememize rağmen, beni kendilerine yakın görüyorlardı, ben de partiden umudumu kestiğimden, “beraber çalışalım” tekliflerini kabul ettim. Kendimi korumam için bana silah da verdiler. Ama ben hain olmak istemiyordum. Beni hapishaneye atan adamla bir gün karşılaştım. Yenilmiş, bitmişti. Benim de intikam duygularım kalmamıştı. Onu bir kahveye çay içmeye davet ettim. Dedim ne istiyorsan sana yardımcı olurum, ona iş buldum…

 Kendisini ihbar etmedim. Düşünebiliyor musun, ben tutuklu iken parti adına başıma bela kesilen adamı öldürmek için yemin içiyorum, tahliye olunca onun da yenildiğini görünce, kendisine acıyor, ona iş buluyorum. Bunlar benim yaşadığım gerçeklerdir….”

  “Kaç yıl Saddam’ın istihabaratının denetiminde yaşadın?” soruma kestirmeden “beş yıl”dedi ve de ekledi:

“1980 yılının altıncı ayıydı. Saddam’ın istihbaratı benden bir şey çıkmayacağını anladığı anda benden kurtulmak istediklerini anladım. Beni öldüreceklerdi, üç kişiydiler, planlarını kurmuşlardı, beni bir yere götürecek ve infaz edeceklerdi. Bir tesadüf sonucu olayı öğrendim. Planımı kurdum, üçünü de öldürdüm. Silahlarını aldım, dağlara, peşmergelerin yanına gittim.

Başımdan geçenleri Peşmergelere anlattım, inandılar, beni kabul ettiler. Bana verilen her türlü görevi üstlendim, intiharvari eylemlere katıldım. Pusu atamada benim üzerime yoktu. Ama gel gör ki 1982 yılında Peşmerge tarafından tekrar tutukladım, bu kez üç ay hapis kaldım…..”

 

Tekrar sustu.

Zorlamak istemiyorum, o susunca ben de kendisine bakıyorum, dinlenmesini sitiyorum. Hikayenin gerisini merak ediyorum. Çıktıktan sonra neler olmuş, anlatacak diye bekliyorum. Ama atlıyor, oraları anlatmak istemiyor.

1988 yılını hatırlıyor musun? Türkiye’ye göç ettiğimiz yılı?’ diyor.

“Evet o tarihlerdeb ben Urfa Cezaevi’nde tutuklu idim” dedim.

 “İşte o yıl bizler sel gibi Türkiyeye doğru kaçtık. Ben yeni evlenmiştim. Eşim benden çok gençti, daha yirmi yaşındaydı, hamileydi. Bir de kardeşimin 18 yaşındaki kızı, biz dört can, ama üç kişiydik. Benim şimdi sana gösterdiğim kaleşnikofum bir de  tabancam vardı, bir de radyom. Türkiye hududuna gittik, BBC radyosunu dinledim. Bir Türk yetkili, gelen mültecilerin bir kısmını Irak, bir kısmını İran’a vereceğini söylüyordu. Ben ise her iki devlette idamlıktım. Gitmekten vaz geçtim. Kendi olanaklarımla Türkiye tarafında, sınıra yakın bir Kürt köyündeki tanıdığımla ilişkiye geçerek gizliden sınırı geçtik. Tanıdığım bizi evine aldı. Çok üzülüyordu. Ama köy güvenlikli değildi, her an asker baskını olabilirdi. En son bizi zozana, yani yaylaya göndermeye karar verdi. Eşimi, kardeşimin kızını aldım, yaylaya gittik. Orada bir çadıra yerleştik, yöre insanları gibi giyindik. Misafiri olduğumuz ailenin hayvanlarına bakıyorduk, ama kimliklerimiz yoktu. Ben Türk devletinin zalimliğini de biliyordum.
Birgün uzaktan araba farlarını gördük, asker geliyor diğe düşündük. Ben silahımı hazırladım, eşimi ve kardeşimin kızını yanıma çağırdım, ‘bakın Türk askerleri geliyor, eğer ki beni yakalamaya kalkarlarsa, ben önce ikinizi öldürmek zorundayım, ardından kendim çatışmaya girip öleceğim’ dedim. İkisi de kabul etti. Birbirimize sarılıp ağladık”
dediğinde gözleri yaşardı, hıçkırıklar boğazına düğümlendi. Eli cebine gitti, telefonunun tuşlarına bastı, karşıdan bir kadın sesi geldi. “Bak, Dıktor’a sizi ve kendimi öldürme sahnesini anlatıyorum” dedi, telefonu bana verdi. Kadına merhaba dedim. Hal hatır sordum, “doğru mudur bu anlatılanlar” dediğimde aynısını onayladı.

Anlaşılan Mam Ahmed’in öyksü uzun, bu yayladan Yüksekova’ya gitmiş. Burada bir yıl kadar gizli yaşamış. Kardeşinin kızını İran’da yaşayan bir tanıdıkları ile evlendirmiş, bir nufus azalmış ama burada bir kızı doğmuş, tekrar üç nufus olmuşlar.

Evinde kaldığı kişinin yardımıyla İstanbul’a gitmiş, bir yıl burada kaçak olarak yaşamış. Bir yolunu bulmuş,  kırk yaşındayken Hollanda’ya giderek ilticacı olmuş. Saddam Hüseyin devrildiği güne kadar orada kalmıştı.

Hollanda’da  yaşadıkları  çok ilginçti, aslında onları da anlatmam gerekirdi, ama savaş ortamı olduğu için başka konulara odaklanacağımdan Mam Ahmedin yaşam öyküsünü kısa kesiyorum. Son cümlelerini aktarark röportajı noktalamak istiyorum:

“Kürdistan’ a döndüğünde bizzat Sayın Mesud Barzani beni çağırdı, görev teklif etti. Ama ben teşekür ederek görev almadım, beni emekli ettiler. Eşim ve bir oğlumla yaşıyorum. Kızım Düsseldorf’ta evli.

Hayatımda dört şeye çok sevindim.

Birincisi, o gece yaylada gördüğümüz farlar Türk askerlerinin farları değildi, hepimizin ölümden kurtulması…

İkincisi Saddam Hüseyin’in devrilmesi.

Üçüncüsü, Mesud Barzani’ yi peşmerge elbiseleri ile beyaz sarayda görmem.

Dördüncüsü refarandum.”

– Teşekürler Mam Ahmed

– Teşekürler Dıktor.

Not: Mam Ahmed, kardeşim Doktor Süleyman’dan dolayı bana da “Dıktor” diye hitap ediyor!

 

 

 

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

five × 5 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla