Zeynel Abidin Kızılyaprak
Geçenlerde bir arkadaşım, “Noldu?.. Vengma’daki son yazında yeni bir ‘çözüm süreci’ ihtimalinden söz ettin; sonraki yazında bu ihtimal karşısında Kürt politik hareketlerinin/kadrolarının tutumlarının ne olması gerektiğini tartışacaktın ama epey oldu, yazmadın. Bence vazgeçtin bu ihtimale inanmaktan, değil mi?..” dedi. “Hayır” dedim, “yazımı geciktirmemin bu konuyla hiç ilgisi yok. Bence o ihtimal hâlâ orta yerde, hem de güçlü biçimde. Fakat politik süreçler günlük hayatın alışıldık zaman kavramlarından daha yavaş ilerliyor, hepsi bu. Üstüne de şu Korona dönemi…” Güldü, “seni tanımazsam iflah olmaz bir iyimser olduğunu söylerdim… Ama bak; sen ağustosta bu ihtimalden söz ediyordun, adamlar ekim ayında bilmemne pınarı filan diye diye işgale giriştiler: Buradan nasıl çıkar ki bir ‘çözüm’ süreci?” dedi. Görüntüde haklıydı, ama görünenin/gösterilenin arkasının farklı dinamikler olabileceği de bir gerçekti, tarihte çokca deneyimlenmiş bir gerçek…
Ona olası yeni tür bir ‘çözüm süreci’nin, bir öncekinin sonlanmasına sebep olan yerden, Rojava’dan, başlayacağını izah etmeye çalıştım: Suriye ve Rojava şu veya bu şekilde yeniden şekillenirken TC’nin Kürt sorunundaki klasik tutumunun artık sürdürülemez duruma geldiğini ve Rojava’dan Kuzey Kürdistan’a ve Kuzey Kürdistan’dan da Rojava’ya etkileşimin -devlet açısından- yönetilebilir olması için bile yeni bir ‘açılım’ın şart olduğunu; Rojava siyasetinin giderek İran-Rusya ekseni yerine ABD kutbuna yönelmesinin bunun önünü açacağını ve yansımalarının PKK’de de görüleceğini anlattım.
Ve birkaç hatırlatmada bulundum: Nedim Şener, 4 Mayıs’ta, durup dururken, Hürriyet gazetesindeki köşesinde Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan’la 27 Nisan’da yaptığı telefon görüşmesini diline doladı. (Bu arada, söz konusu telefon görüşmesinde Öcalan’ın ‘KDP ile 1982 anlaşmasına yeniden dönmek’ isteğini dile getirdiğini de yeri gelmişken belirtelim. Dolayısıyla, bir önceki yazımda yer verdiğim bir duyumu tekrarlamanın da yeridir: “Doğrudan Öcalan’la yürütülecek yeni süreçte Öcalan’ın PKK güçleriyle ilişkisinde arabulucu, Irak Kürdistanı yönetimi olacak.”) O yazısında Şener, yeni hiçbir şey söylemeden “hâlâ terör örgütüne ve siyasi uzantısı HDP’ye yönelik talimatlar veren bir elebaşı… bebek, çocuk, kadın katili eli kanlı terörist” tekerlemelerini yineledi ve PKK’ye karşı askeri mücadeleyi yücelten cümleler kurdu. Öteden beri ‘çözüm’ benzeri ‘şeyler’e karşı olan Nedim Şener’i tanıyanlar, anlamsız ve ‘Nedim Şener’in Nedim Şener’e propagandası’ gibi duran bu yazıyı bir tek şeye yorarlar: Ön alma çabası…
İkincisi: Zamanlama manidar mı, emin değilim, ama Abdullah Öcalan’ın kardeşiyle telefon görüşmesi yapmasından bir gün sonra Afrin kent merkezinde bomba yüklü mazot tankeri ile bir eylem gerçekleştirildi ve aralarında çocukların da bulunduğu 53 kişi öldü, iki yüze yakın kişi de yaralandı. Gerçi hem YPG ve hem de PKK eylemi üstlenmedi fakat kimi bulgular PKK’yi işaret ediyordu; ya da PKK içinden birilerini… Buraya kadarı acı, fakat pek ilginç değil. İlginç olan, Rojava hakim siyasetinin (hemen hemen hiç beklemeden, hızla) bu eylemi kınamış olması: Akşama doğru meydana gelen olayın hemen sonraki sabahında açıklama yapan Demokratik Suriye Güçleri Genel Komutanı Mazlum Abdi saldırıyı “terörist eylem” olarak nitelerken, Rojava özerk yönetiminin ‘Demokratik Suriye Meclisi’ de eylemi aynı şekilde kınadı.
Hadi bu da üç olsun: İnternet sitesi ‘Nûpel’de 5 Mayıs günü kısa ama önemli bir haber yer aldı: Fransa ve ABD’den üst düzey heyetler Rojava’daki tüm Kürt siyasi partilerle bir araya gelmişler. Bilgiyi veren, toplantılarda yer almış olan ‘Kürt Güçleri Birliği’ koordinatörü Abdulkerim Sıko. Sıko, “Bölgede yakın zamanda önemli siyasi gelişmelerin yaşanabileceğıini” de söylemiş.
Bu da dördüncü ve sonuncu oluyor: Emekli büyükelçi ve eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Sönmez Köksal, Mayıs başında ‘Yetkin Report’ internet sitesi için bir makale kaleme aldı. Makalenin bir yerinde Köksal, Koronavirüs salgını geçtikten sonra PKK’nin ‘kimlik değiştirmeye çalışabileceğini’ söylüyor. Şöyle diyor Köksal Sönmez: “Değişen yeni koşullarda arkasındaki desteğin gittikçe azalacağı ve Irak ve Suriye’de ortaya çıkması muhtemel değişimlere paralel olarak kimlik değiştirerek yoluna devam etmek isteyebileceği akla geliyor.”
Arkadaşım bir kaşı yukarı kalkık olarak derin derin düşündü, ben bunu hatırlatmalarımı önemli bulduğuna yordum, o ise “neyse”, dedi, “sonra yine konuşuruz.”Ve gitti. Haklıydı tabii, şu Korona günlerinde ‘sosyal mesafe’ ölçüleri içinde yürütülen bir sohbeti kim daha fazla uzatmak ister ki…
Onsuz devam edeyim, o da buradan okusun artık:
Aslında esas önemsediğim şey, herhangi bir ihtimalin kaç kuvvetinde olduğunu tartışmak değil. Sorun, ihtimalin boyvermesi halinde ‘bizler’in ne yapacağı, nasıl bir tutum takınacağı…
Herhangi bir ihtimal karşısında alınacak herhangi bir tutum çoğunlukla kişilerin/grupların/partilerin ideolojik-politik tutumlarıyla, meşrepleriyle paralellik gösterir. Örneğin Kürtlerin kendi devletlerine sahip olmalarını ya da federasyonu savunan biri, en fazlasıyla yerel yönetimlerin bir parça özerkliğini (ki, o da, eğer olursa, Kürtlerin belki de adları bile zikredilmeden yapılacaktır) getirebilecek türden ‘çözüm süreçleri’ni elbette elinin tersiyle itebilir. Ya da, mevcut egemen sınıflara dayalı her türlü atraksiyonu sorgulamayı kendisine misyon edinen ve sistem altüst olmadan hiçbir şey kazanılamayacağını söyleyen bir radikal-muhalif de elbette fazla kıymet biçmez bu tür şeylere. Şahsen sözünü ettiğim her iki tutuma da uzak sayılmam ve hatta eklemeler yapabilirim: Elbette her ‘barış’ bir tür zorunluluktur ve/veya savaşla artık yol alamamak realitesini bilince çıkarmaktır ve dolayısıyla da tarafların akşam yatıp sabah barışçıl hale gelmeleriyle ilgisi yoktur. Bu, Türk devlet sistematiği ve PKK söz konusu olduğunda, daha da öyledir: Türk devlet kadroları nezdinde barış, bir köklü tarihsel sorunu çözmeye başlamak değildir, bir tür teknik iştir; bölgeyle de ilişkili hegemonya savaşlarının devamında, kullanımı zorunlu olabilecek bir tür alettir. Ya da başka türlü yol alamamanın ve stratejik müttefiğiyle bölgede ortaklaşabilmenin zorunlu bir dönemeci… Varlığını ve gelişimini şiddete dayandırmış olan PKK için de barış, çağrıştırdığı ‘hoş’ şeylerden azade bir kavramdır; bir yanıyla Atlantik ötesine itiraz edememe noktası, diğer yanıyla savaş yorgunu Kürt toplumu üzerindeki etkinliğini yeni ve zorunlu olabilecek yollarla sürdürebilme hesap-kitabıdır. Aslında taraflar savaşçı hallerinden şikayetçi değiller; işin doğrusu başka türlü yaşayabilmeleri de çok zor. Mesela Türk devleti açısından ‘kontrol edilebilir/sürdürülebilir’ bir savaş, bir tür pazu geliştirme işiyken PKK için savaş, Kürt toplumundaki etkinliğinin garantörü işlevini görüyor. Ama diğer yandan da değişim zorunluluğu var, ne yapacaksın, başa gelen (barış yani) çekilir…
Tüm bunlar doğru; kişilerin/grupların/partilerin meşreplerine göre daha birçok eklemeler yapılabilir, durumun hiç de toz pembe olmadığı ve olmayacağı yolunda nice nice tahliller dillendirilebilir. Ama ben tüm bunlara rağmen olası herhangi (evet; herhangi) bir ‘çözüm süreci’nin desteklenmesinden yanayım… Hayır, yalnızca yalın bir ‘en kötü barış bile en iyi savaştan iyidir’ formülasyonu uğruna değil, ‘normalizm’ uğruna…
Normal şartlarda yukarıda zikredilen ve daha zikredilebilecek gerekçelerle PKK’nin de devletin de atacağı her adımı santim santim sorgulamak ve itiraz etmek gayet meşru ve yerinde olurdu; ama normal şartlarda…
Yaşadığımız topraklarda her türlü ‘…izm’ yeşerebilecek mecra buluyor, ‘normalizm’ hariç. Birçok şey normal değil buralarda ve anormalleri normale çevirmeden normalmişiz gibi ve normalin argumanlarıyla yol almaya/tartışmaya çalışıyoruz: Esas problem burada.
Savaş ve şiddet, en azından ‘artık’, bu topraklarda bir ‘normal’ değil; bunu halletmeden başka normallere sıçrayamayız; her sıçramaya çalışanın ayağına zaten şimdiye kadar savaş ve şiddet anomalisi takıldı, takılıyor.
Geçmişe “başka türlü yaşansaydı bugün nasıl olurdu?” merakıyla bakabilirsiniz ama görecekleriniz büyük oranda subjektif bir düzlemi yansıtır ve bilimsellikten epey uzak durur. Dolayısıyla, Kuzey’deki savaş daha başından olmasaydı Kürt toplumu daha mı iyi yoksa daha mı kötü bir durumda olurdu şeklinde bir tartışma hepten yanlış olmaz fakat varacağımız noktanın sarsılmaz bir kesinlikte olacağını ileri süremeyiz. Ama ‘bugün’ün ve ‘yarın’ın kendi kesinlikleri var ve bunlar üzerinden yol alabiliriz. Biri şu: Bu savaşın sürdürülebilir olmadığı ve olamayacağı vurgusu, tarafların kabulü haline gelmiştir ve bu bir kesinliktir. Eğer çeşitli zamanlarda bu savaşı bitirmeye yönelik dilekler ve politikalar dile getirmiş ve hatta girişimlerde bulunmuşsanız, artık o andan itibaren savaş dışında bir yolun olamayacağını söyleyemez duruma (da) gelmişsiniz demektir. Bu, başlangıcındaki her türlü tartışmadan azade biçimde o savaşın (hiç değilse ‘resmen’) gayri meşruluğunun ilanı anlamına gelir.
Felsefeyi bir kenarda bırakıp başka ve somut kesinliklere göz atalım. Şunu hatırlıyoruz: Savaşı gerçekten sonlandırmaya dönük gelişmelerin başlangıcı Ağustos 1998’dir. PKK ile (yani Öcalan ile) devlet yetkilileri (MİT yetkilisi) arasında başlayan mektuplaşmalar dönemi; ‘Ağustos mektupları’… Bilenler açısından bıktırıcı olabilir ama yine de hatırlayalım: Öcalan’ın ‘çözüm’ isteğini her fırsatta dile getirmesi ve kimi gazeteciler aracılığıyla Türk devlet yetkililerine de bu isteğini güçlü bir biçimde iletmesi üzerine devlet yetkilileri bir mektup gönderir Öcalan’a ve mealen, ‘Sen çözüm diyorsun ama bunun bir çerçevesi olması lazım. Bizim için çerçeve, devletin bütünlüğü ve hükümranlık haklarıdır. Bunun dışındaki her şeyi tartışabiliriz’ der. Öcalan’ın yanıtı nettir: “Bu çerçeve bizim için olumludur.”
Bunu dedikten, programatik olarak bu noktaya geldikten sonra, savaş, var idiyse de tüm anlamını yitirmiş demektir.
(Sonrası önemli değil, önemli olan ilkesel tutumunuz/tercihinizdir. Ama sonrasını da hatırlayalım: Mektuplaşmaların sonunda genel olarak bir anlaşmaya varılır; PKK 1 Eylül 1998’den itibaren koşulsuz ve süresiz ateşkes ilan edecek, devlet de ‘tartışılabilir’liğin önünü siyaseten adım adım açacaktır; hedef, PKK’nin zamanla silahlarını tamamen bırakmasıdır; süreç içerisinde gerillaların rehabilitasyonu ve siyasete uyum sağlamaları vb konular üzerinde çalışılacaktır, vs. Bu arada Öcalan’ın bir isteği vardır: ‘Süreci Suriye’den yönetemem; Avrupa’da olmam daha iyi’ der ve Türk yetkililerden “askeri diplomasi de dahil” kendisini Suriye’den çıkarmak için gerekeni yapmalarını ister. Türk yetkililer bunu Suriye sınırında Şam’a savaş naraları atarak yaparlar; o zaman kimsenin dikkatini çekmemiş olan bir nüansla yaparlar: “Öcalan’ı bize ver” demezler, “Onu ülkende tutma” derler, Öcalan’la anlaşmanın gereği olarak… Sonrası malum: Öcalan’ın uçaktayken verdiği “Avrupa’da devletleşeceğiz” mealindeki demeçleri ipleri koparır -belki de koparma bahanesi yapılır-, PKK’liler devleti, Öcalan ise uluslararası bir komployu suçlarken, azalarak süren mektuplaşmalarda ise MİT yetkilileri Öcalan’ın ve PKK’nin sözünde durmadığını söyler vs, ve süreç Öcalan’ın yakalanıp Türk yetkililere verilmesiyle yeni bir döneme girer…Bu arada tüm bu mektupları Yıldıray Oğur’un yayınladığını da belirtelim.)
Öcalan aslında yakalandıktan sonra 180 derece görüş değiştirmiş değildir; Ağustos 1998’de olumlu bulduğu ‘çerçeve’ içinde görüşlerini derinleştirmiş ve biraz da hoşa gidebileceğini düşündüğü kimi argumanlarla süslemiştir, hepsi bu. Ve ‘bu’, PKK’nin kabulü ve programı haline gelmiştir; nasıl ki Ağıustos 1998’deki Öcalan’ın cevabi mektubu da anında PKK’nin programatik duruşu haline gelmişse…
Yanlış anlaşılmasın; eleştiriyor ya da beğeniyor değilim, ortada bir tablo var ve bu tablo ortadayken bir savaş yürütmek (en azından, ‘artık’) mümkün de değildir gerekli de değildir diyorum. Değildir, çünkü çizilen çerçeve içinde kalan her şey, bir savaşın değil, siyasetin (silahsız siyasetin) konuları durumundadır.
‘Özerklik’ mi, hatta federasyon mu; bunlar ‘ilan’ edilebilecek, içinde yaşamayı ima ettiğiniz merkezi yapıya rağmen ‘kurulacak’ şeyler değildir, merkezi yönetimle anlaşma olmaksızın özerk filan olunmayacağını ortaokul öğrencileri bile bilir.. Ve bunlar savaşla varılacak hedefler olamaz; savaş, ancak bir kopuşu, sınırları altüst etmeyi savunuyorsanız (katılınmazsa bile) anlaşılabilir.
Dolayısıyla PKK bağımsız devlet fikrinden vazgeçtiği andan beri, yani federasyonu savunmaya başladığı 90’lı yılların başından beri, bu savaş (eğer öyle idiyse) ‘gereklilik’ tahtından düşmüştür. Şimdilerde ise, yani programatik hedefin ‘kültürel özerklik’ noktasına geldiği dönemde ise iyice anlamsızlaşmış ve başlı başına kocaman bir anomali haline dönüşmüştür.
Rojava’daki gelişmeler/etkilenmeler neticesinde ve çalkantılı ‘kutup kaymaları’ eşliğinde sonlandırılan son ‘çözüm süreci’nden sonra savaş fikriyatına yeniden dönen PKK, aslında programatik olarak herhangi bir ‘dönüş’ yaşamamıştır. Politikada zaten ‘ben sözümden döndüm’ olmaz; yani dün üniter devleti kabullenmişken sonradan ‘ben vazgeçtim; bağımsızlığı savunuyorum artık’ diyemezsiniz. Dersiniz isterseniz ama, o noktadan sonra hiç kimse sizi bir daha dinlemez. Ama zaten PKK böyle yapmış da değil. Yani programatik olarak yine aynı noktada. Dünden farkı şu: Dün bu programatik hedefler için savaş lüzumsuz demişti, bugün lüzumsuz gördüğü savaşı dünkü programı eşliğinde sürdürüyor: Bu, hiç normal değil, Bu, insan hayatı için zaten bir anomali olan savaşın böylesinin, ‘katmerli anomali’ haline geldiği bir noktayı işaret etmektedir.
Normal’den uzaklaşma hızımız ve aradaki mesafe arttıkça, düşünce körlüğümüz de artıyor: Bu savaş, yalnızca genç canları alıp götürmüyor, kaldıysa aklımızı da alıp götürüyor. Her tartışma, her fikir savaşın ağırlığı altında eziliyor ve yalnızca fiziki değil tamiri çok zor düşünsel travmalara da yol açıyor. Ve ‘normalizasyon’, her türlü talebi önceleyen acil bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak, şu aralar ‘normalist’ olmakta sayısız fayda var; eğer cılız bile olsa savaş dışında bir yol, yordam, ‘süreç’ başlarsa, Kürt mahallesinin bunu amasız fakatsız desteklemesi gerektiği kanaatindeyim. Aksi, bir başka anomali olur…