Selim Çürükkaya /
“Sabır Etseydin!”
24 Ekim 2017 tarihinde Erbildeydim. Refarandumdan iki gün önce, tanıdığm biri aracılığıyla bana bir davetiye iletildi. Rudaw televizyonu Erbil’in en lüks Oteli Divan’da, “2019 tarihinde, Türkiye’deki seçimde Kürtler’in tavrı ne olmalıdır?” konusunu tartışmak istiyordu. Rudaw, Kuzey Kürdistanlı Kürt aydınlarının ve siyasteçilerinin görüşlerini kamera kaydı altına alma niyetideydi.
Verilen saatte Divan Oteli’ne gittik. Salondaki hazırlık tam olarak bitmişti. Girişte adımızın üzerinde yazılı olduğu kartlar boynumuza asıldı. Uzunca bir masanın etrafında yerimizi aldık, dört taraftan kameralar bize çevrilmşti. Toplantıya katılanları saymadım, ama 35 veya 40 kişiden fazlaydı. Avrupa ülkelerinden ve kuzey Kürdistan’dan gelen çoğu tanıdık simalardı. Yanılmıyorsam aramızda tek bir bayan vardı, o da Ferda Cemiloğlu’ydu.
Ben sunucunun solunda oturuyordum, söz hakkı sağında oturana verildi, dolayısı ile konuşma sırası en son bana geldi. Konuşmam bitince, toplantıya ara verildiği açıklandı.
Kahve içmek için başka bir solona çıktık. Sütunların arasına masalar konulmuş, çay kahve otomatları pasta ve kek tabakları bu masaların üzerine kokulmuş, dalayısıyla saolon ikiye bölünmüştü. Toplantı yaptığımız bölümün kapısından dışarı çıkınca, Osman Öcalan’ın bu salonun sol tarafında, kahve otomatının önünde durduğunu gördüm. Onunla karşılaşmamak için sol tarafa geçtim.
Kahvemi tam içmiştim ki, Osman Öcalan karşıma dikildi, elini bana doğru uzatarak, “Selim Heval merhaba” dedi. Yüzüne baktım, “Osman, senin elini tutmak istemiyorum. Abdullah Öcalan’ın kardeşi olduğun için değil, biz cezaevindeyken yüzlerce arkadaşımız örgüt içinde öldürüldü, sesinizi çıkarmadığınız için, boyun eğdiğiniz için, elleriniz kirli olduğu için elini tutmak istemiyorum” dedim.
Osman Öcalan’ın suratı kıpkırmızı kesildi. Ne diyeceğini bilemedi, “Selim heval sabır etseydin, sonra birlikte örgüte el koysaydık” dedi.
Buna karşı, “Osman, benim sorunum ‘el koyma’ sorunu değildir. 1978 yılında, Celal Aydın Ealazığ’da öldürülüp bir çukura atıldığında, ses çıkarmadığımız için bu hale düştük” dedim. Konuşacak lafı olmadığını anlayan Osman Öcalan benden uzaklaşırken, “Parti senden özeleştiri istemişti, sen eksiklğim yok fazlalığım var demişsin” deyip kapıdan çıktı. Ben de ardından yüksek sesle bağırdım, “O cümlenin bana ait olup olmadığını bilmiyorum. Ama eğer söylemişsem çok doğru söylemişimdir” dedim.
Soma
Bizim Dr. Süleyman’ın kızı dağda doğmuştu. Doğduğunu belgeleyen bir kağıdı yoktu. Eski deyimle kıtım idi. Bir de kayıptı, yani nerde olduğunu bilemiyorduk. İkibuçuk yaşında iken, yani 2001 tarihinde izine rastladık. Kaldığı evden alınarak Mam Celal Talabani’nin evine götürüldü. Bana “Soma bulundu” haberi geldiğinde Almanya’nın Lübeck kentinde Alman PEN’inin burslusu olarak kalıyordum. Çocuğun Almanya’ya gelmesi için yardım yapacak kişi olarak Alman PEN’inin yöneticisi Elizabet Wolfheim’ e başvurdum.
Soma, Hatice Yaşar ve diğer arkadaşlarımızın çabalarıyla Amanya’ya gelebildi. Almanya’da anaokulunu, ilkokulu, liseyi bitirdi. 19 yaşına bastı, üniversiteye kaydını yaptırdı. 2017 tarihinde bu kez ben Kürdistan’a geldim. Irak devleti Kürdistan havaalanlarında dış uçuşlara rota hakkı vermediği için, ben de İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerinden gidemediğim için Kürdistan’da kaldım. Evime dönmek için çabalarken bir gün e-mailime baktım, Soma benim Almanya’ya dönmem için Alman PEN’inin müdürüne mektup yazmış bir nüshasını da bana yollamıştı. Mektubun Almancasını okuyunca, kendimi tutamadım ağladım.
Dedesini örgütlemişim
Güney Kurdistan’da bizim Sait’in bir arkadaşının dükkanında oturuyordum. Burada çalışan genç kızın Türkçe konuşması dikkatimi çekti. “Nerden geldin?” soruma “PYD” den cevabını verdi. Çay içtikten sonra kısa bir sohbete daldık. 19 yaşındayken Suruç’tan sınırı geçerek Kobani’ye gitmiş, eline silah alarak IŞİD barbarlarına karşı savaşmış. Üç kez yaralanmış. Kobani kurtulduktan sonra, geldiği örgütün aradığı örgüt olmadığını anlamış, karşı çıkmış. “Ben evime dönmek istiyorum,” dediği için tutuklanmış. Üç ay sonra bir yetkilinin karşısına çıkarılmış. Yetkili kendisine “ikna olmadın mı?” demiş. Genç kız, “Hayır” cevabını verince, yetkili, elindeki Abdullah Öcalan kitabını ona uzatarak, “Al bunu götür oku, ikna olursun!” deyince, genç kız, “zaten ikna olmamamın nedeni, onları okuduğumdandır” deyince, kanuşmanın gereği kalmamış!
İki cehennemden çıkıp gelen kızın kimliği dikkatimi çekti. Nereli olduğunu sordum. Bildiğim bir kasabanın adını söyledi. 1976 yılında yaz aylarında öğrenci arkadaşlarımla görüşmek, onlarla eğitim çalımaları yapmak, yeni kişileri ikna etmek için o kasabaya gitmiştim. Babasının adını sordum; söyledi, tanımadım. Babasının kaç yaşında olduğunu sordum, söyledi. Hesapladım… Ben o kasabaya adam ikna etmeye gittiğimde babası henüz 8 yaşındaymış. Bir gün sonra dedesinin adının “Abdurrahman” olduğunu söyleyince, o kasabada oralı öğrenciler dışında ikna ettiğim ilk kişi olduğunu anladım.
Vay be, “üçüncü kuşak” dedim, sustum!
Dedesi de torunu da benim gibi düşünüyordu!
Ve hayat devam ediyordu…