Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Kim yönetmeli?

Siyaset felsefesinin en baba sorularından biri şu olmuştur: Kim yönetmeli?

Bu soruya Platon, ”en bilge ve en iyi olan yönetmeli” cevabını buyurmuş. “Bilgeler öne düşecek ve yönetecek, bilgisizlir de izleyecek (*)

Platon´un dediğini bugün bir an için uygulamaya kalksak koltuğunu ilk kaybedecek olan Donald Trump olurdu, ikincisi de Tayyip Erdoğan herhalde.

Neyseki işler böyle değil, başka türlü yürüyor. Başka türlü yürüdüğü için de başımızda T. Erdoğan gibiler var.

Kıl payıyla da olsa Erdoğan artık Başkan!

Türkiye’nin yarıdan biraz fazlası tercihini “Erdoğan bizi yönetsin” şeklinde kullandı.

Yönetsin yönetmesine de, siyaset felsefesinin en kadim sorularından biri de “Nasıl yönetmeli?” sorusudur ve Türkiye tam da bu noktada bir oraya bir buraya savrulup durmaktadır. Sadece Türkiye de değil geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler  (Araplar , Afrika ve Asya kıtasındaki pekçok ülke) “nasıl yönetmeli” sorusuna çağdaş bir cevap/ çözüm getiremedikleri için durudkları yerde debelenip durmaktadırlar.

Öyle ki, zamanla “Kim yönetmeli” sorusu arkaplana düşmüş, çağdaş demokrasilerde “nasıl yönetmeli” sorusu en temel soru olmuştur.

 

Bu sorular tarihte çokça sorulmuş; siyaset bilimciler, felsefeciler, sosyologlar bu konulara kafa patlatmış, pek çok kitaplar yazılmış, pek çok tartışmalar olmuş, birçok çözüm önerisi sıralanmıs.

 

Konu netice itibariyle yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkidir!

Mazisi eskidir.

Bundan tam 802 yıl evvel 1215’te İngilterede yaşanmış bir olay günümümüz demokrasisine öncü olmuştur denilebilr. Tarih derslerinden hatırladığımız meşhur “Magna Carta Libertatum, Büyük Özgürlük Fermanı” yöneten ile yönetilen arasındaki sürtüşmede halk adına ilk büyük kazanımdır.

Peki ne denilmekteymiş bu fermanda?

Deniliyor ki (Wikipedia’dan okuyalım) : “ ” Magna Carta Libertatum- Büyük Özgürlük Fermanı” : Bu belge ile kral ilk kez yetkilerini kısıtlamış ve halka bazı hak ve özgürlükler tanımıştır. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir.”

İnsanlık için, demokrasi için küçümsenmeyecek devasa bir adım!

Tarihin tekerleği dönmeye devam etmiş, yöneten sınıf ile yönetilenlerin sürtüşmesi katlanarak sürmüş, imparatorluklar kurulmuş, imparatorluklar yıkılmış, insanlık günbegün demokrasinin çeperini göğüsleye göğüsleye sınırları değiştirmiş, yeni çepheri her defasında birkaç adım öteye kralın/imparatorun/padişahın aleyhine örmüştür.

1789 Fransız ihtilâli insanlık tarihinde bir başka dönüm noktası olmuş, imparatorluklar çatır çatır çatlamış, ulus devletlerin pıtrak gibi ortaya çıktığı bir devre kapı aralamıştır.

Kralların- imparatorların- Padişahların sahneden çekilme vaktidir artık.

Yeni siyasi yaklaşımlar, yeni yönetim biçimlerini, yeni bakış açılarını ortaya çıkarmıştır.

Marksizm, Liberalizm, Faşizm vs. tarih sahnesine arz-ı endam etmiş, hepsi ama hepsi günümüz yönetim biçimlerine şu veya bu şekilde etki etmişt, iz bırakmıştır.

Geldiğimiz noktada ise “Çağdaş Liberal Demokrasi” yani Batı Demokrasileri tüm diğer yönetim biçimlerine nazaran en iyisi olarak karşımızda durmaktadır.

Batı demokrasisi denince de akla gelen  en önemli  siyasal fikir akımı “Liberalizm”dir.

Hani Türkiye’de yıllarca Emin Çölaşan’ın Mehmet Barlas ve M. Ali Birand’a karşı bir küfür olarak kullandığı “Liboş”  sözcüğü vardı ya, işte o!

Sadece o da değil, kabul edelim ki pekçok solcu için, benim için de liberalizm bir kötülüğün adıydı. Her kim ki liberalim diyorsa, liberalizmi savunuyorsa mevcut düzenin devamına hayat öpücüğü veriyor demekti. Öyle ya, bir tarafta sosyalizm hedefi vardı, vaad eilen bir cennet, öbür tarafta liberallerin omuz verdiği vahşi kapitalist sistem. Bu durumda liberallerin nesine inanacak, onların savunduğu şeylerin nesine kulak verecektim! Ben de çoğu insan gibi nerede kendisine liberalim, özgürlükçüyüm diyen birini gördüysem, onu müesses nizamın bir parçası olarak gördüm. İstediği kadar kıvırsın, istediği kadar inkâr etsindi, sonuçta kendisi  burjuvazinin değirmenine su taşıyordu. Devlet denen aygıtın çarkları bir avuç insan için dönüyordu ve bu dönen çark, işçileri, yoksulları ezerken, sermaye sahiplerini ise günbegün zengin ve mutlu ediyordu..

Oysaki sosyalist bir dünya vardı ve orada işler bir başka yürüyordu. Herkesin üretimden eşit bir şekilde pay aldığı, yoksulluğun olmadığı, insanların mutlu-mesud yaşadıkları bir dünya.

Pekii gerçekten böyle miydi?

Sosyalizm dikensiz gül bahçesi miydi?

Herkes çok mu mutluydu?

Üretimden herkes eşit pay alıyor, yoksulluk falan ortadan kalkıyor muydu?

Her isteyen istediği gibi yazıp çiziyor, kimse içeri tıkılmıyor muydu?

 

O kadar çok soru vardı ki…

 

Bu sorular, Sovyetlerin dağılması, yürürlükte olan sosyalizm pratikleri, Türkiye’de sol hareketlerin yayın organları-onların yazıp çizdikleri, uygulamaları, yeni bir sol için girişimler, birleşmeler, (ÖDP deneyimi),  dağılmalar, 2000 yılındaki büyük açlık grevi ve akabinde “hayata dönüş operasyonu”  ve oradaki kırılma, Kürt hareketindeki sosyalist damar ve onun harekete rengini veren bir takım uygulamaları, Taraf Gazetesi’nin yayına başlaması vs. derken böyle böyle Türkiyedeki çoğu insan gibi benim de sosyalizme olan inancım onarılmaz biçimde hasar aldı. Ne kadar sosyalisttik, neyi ne kadar okumuş, ne kadar biliyorduk o da ayrı konu ya.. Neyse.

Neticede tüm yukarda saydıklarımdan ötürü kafamızı birazcık daha yukarı kaldırdık ve sağa sola bakmayı öğrendik.

Ben kendi adıma libaral yazarlarla, liberal fikirlerle bu süreçlerden sonra ısındım ve tanıştım.

 

 

 

(*) Açık Toplum ve Düşmanları, K. Popper, s.134-135

 

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

3 × 5 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla