Geminin içine geçer geçmez kalacağım odaya ulaşmak için asansörle 9. kata çıkıyorum. Odamı bulunca çantamı bırakıyorum ve hemen odayı terk edip geminin en üst katındaki terasa çıkıyorum. Millet çıkarmış telefonu, habire fotoğraf çekiyor. Ben de aynısını yapıyorum.
Heyecanlıyım.
İlk kez böyle devasa bir gemiyle yolculuğa çıkıyorum. Bir taraftan fotoğraflar çekiyor, diğer taraftan da geminin bir sağına, bir soluna gidip gelerek manzarası güzel olan tarafta yer tutmaya çalışıyorum.
Norveç’ten sevgili Öner arıyor. Açıyorum telefonu ve Öner bana gemiye dair detaylı bilgiler veriyor. Sonra da saat 19:00’da 7. katta güzel bir müzikal showun olduğunu söylüyor, kaçırmamam gerektiği tavsiyesinde bulunuyor. Ücretsizmiş.
Bizim “Vengma” sitesinin yayına geçmesi vesilesiyle tanışmıştık Öner’le. Selim Abi Öner ismini bana vermiş, beni de ona tavsiye etmiş ve Facebook’ta arkadaş olmuştuk. Selim Abi’nin hemşehrisiydi Öner.
Öner, sitenin editörlerinden biri aynı zamanda. Onunla site için kimbilir kaç kere, gecenin geç saatlerine kadar bilgi alış verişinde bulunmuş, zamanla dostluğu ilerletmiştik. Öner birkaç ay evvel, ağustos ortasına doğru ailelerimizle beraber bizi Norveç’e davet etmiş, biz de, “olabilir, neden olmasın” demiştik. Zamanla şartlar değişmiş, Selim Ağabey’in başka işleri araya girmiş, ben yalnız olarak yola çıkmıştım.
Aylardır internet üzerinden tanışıp sohbet ettiğim Öner’le artık yüzyüze görüşecektik. Zaten İskandinav ülkeleri oldum olası hep merak ettiğim yerlerdi. İsveç, Norveç, Danimarka benim için “Amerikan rüyası” gibi bi’şeydi.
Geminin en üst katında epey kaldıktan sonra bu devasa gemiyi “çözmek için” yavaş yavaş içeri geçiyorum. 14 ya da 15 katlı bir gemi. Geminin 7. katı merkez denilebilir. “Color Line” adlı gemide yok yok! Restoranlar, kafeler, yüzme havuzu, tiyatro salonu, Casino, mağazalar, disko… Ne yok ki!
İlk dört veya beş kat araçlar için. İçerde yüzlerce araç var.
Asansörle katlara çıkıp dolaşıyorum. Işıl ışıl vitrinleri, oyun salonlarıyla sanki çarşıda geziyorsunuz. Sıkılmak mümkün değil.
Yaklaşık 2 saat geçtikten sonra acıkıyorum. Fiatların biraz tuzlu olduğunu söylemişlerdi. Bolognes soslu makarna 12,50, büyükçe bir pizza ve yanına kola 18 Euro idi. Bir şeyler yedikten sonra odanın yolunu tutuyorum. “Dağbozumu” beni bekliyor. Yolculuk boyunca bitecek, belli.
Yatağa uzanıp kitaba dalıyorum. Bir süre sonra uyku çöküyor. Kapatıyor kitabı, uyuyorum. 1 saat sonra gözlerim kendiliğinden açılıyor, tekrar kitaba uzanıyorum.
Aklıma birden, saat 19:00’da başlayacak olan müzikal show geliyor, Öner’in bahsettiği.
İnip salonu buluyorum. Daha başlamasına yarım saatten fazla zaman var ama hemen hemen tüm koltuklar dolmuş, zar zor bir yer buluyorum. Gösterinin başlamasıyla ayrı bir aleme uçuyoruz. İnanılmaz bir ışık gösterisi ve sanatçıların parmak ısırtan performansları. Hele o ışık sistemi ve arkadaki dev ekrana yansıtılan görüntülerle kendinizi başka diyarlarda hissediyorsunuz. Müziğin ritmi ve dansçıların uyumu harika.
Gösteri 1 saate yakın sürüyor. Sonra yukarıya, odaya çekiliyorum. Bir tarafta gemideki ışıltılı dünya, öte tarafta elimdeki kitap. Birinde paran varsa cennettesin diyebileceğin bir ortam, öte tarafta kitabın kahramanı Yusuf Can’ın büyük umutlarla çıktığı dağ macerası ve onun üzüntü verici hikayesi. Bir “dağdayım” bir “gemide”!
Kitaba her ara verişimde kendimi dışarı atıyor, geminin terasında gündüzün vedasını, gecenin çıkıp gelişini an be an cep telefonumla fotoğraflıyorum.
Sık sık “vayy bee”, diyorum, “dünya harbiden de küçükmüş! Hiç düşünür müydün Dersim’in Mazgirt ilçesine bağlı Coşik Köyü’nden çıkacan da, Almanya’ya gelecen de, günün birinde gemiyle Kuzey Denizi’nin seyrine dala dala Almanya’dan Norveç’e gidecen?
Yeni bir ülkeyi, tarihi mekânları görmenin o kendine has heyecanına fazladan olarak bu uçsuz bucaksız çarşaf yorgan gibi serilmiş deniz de eklenince ruhup hepten atmosfere teslim oluyor.
Kitap, teras, manzaralı kafe, uyku arasında dolanıp duruyorum; bir ordayım, bir burda.
Sabah 04:30’da uyanıyorum, kitap hemen başucumda. Artık sonlara gelmiş bulunuyorum. Ve sabah altıya kadar kitabı okuyup bitiriyorum.
“Bu saatten sonra uyuyamazsın, güneş doğuyor ve bu anın tadını çıkar; hayatında kaç kere bu anlara şahitlik edebilirsin ki” diyor içimdeki ses.
Kalkıp duş alıyorum, sonra terasa çıkıyorum. Hava epey bir soğuk, içeriye geçip içerden izliyorum dışarısını.
İçerde monitörlerde de geminin bulunduğu yer sık sık ekrana geliyor, bazen o ekranı fotoğraflıyorum.
Norveç’e yaklaştığımızda sağlı sollu pek çok ada, küçük küçük yerleşim yerleri âdeta sırayla dizilivermiş, gemiye seyre dalmışlar.
Ormanlarla kaplı bu güzelim adaların, kıyı şeritlerinin Türkiye’yi anımsatan bir tarafı dikkatimi çekiyor: İsteyen istediği yere ev kondurmuş gibi! Son derece spontane, keyfe göre bir yapılaşma. Bir miktar çirkinlik yaratmıyor değil! Norveçli yetkililerin bu tür bir yapılaşmaya nasıl göz yumduklarına şaşarak seyrediyorum!
Sonra kendi kendime, “hepi topu 5 milyonluk bir ülke, kim nereye istiyorsa oraya yapsın” diye mi düşünmüşler ne, diye düşünüyorum.
Sabah saat 10:00’a doğru anons yapılıyor, Oslo’ya varmak üzere olduğmuz söyleniyor ve inerken eşyalarımızı odalarda unutmamamız gerektiği hatırlatılıyor.
Yolcular teraslara üşüşmüş, muhteşem havayı da fırsat bilip durmadan kıyıları, ilginç küçük yapıları, yelkenlileri, limanı, yaklaştığımız Oslo’yu fotoğraflıyorlar. O kadar çok fotoğraf ve video çekiliyor ki o kadar olur!
Ve eşyalarımızı alıp çıkışın bulunduğu 7. Kata iniyoruz. Uzuunca koridorlardan, köprü tünellerden kontrol noktasına varıyoruz. Gümrükten yetkililer burada istediklerini durdurup kontrol yapıyorlar. O kadar insan arasında oltaya takılanlardan biri de ben oluyorum☹ Tüm çantamdaki eşyaları didik didik ediyorlar. Pasaportumu kontrol ediyorlar, pasaportta oturumumun süresi bitmiş! Yeni sistemde oturumu artık pasaporta yapıştırmıyorlar, verdikleri özel kartta yazıyor tüm bilgiler, yeni kartı ise evde unutmuş, yola öyle çıkmışım meğerse! Bunun üzerine gümrük memurları beni polise havale ediyorlar. Araştırma, şu, bu derken 1 saatim boşa geçiyor, nihayetinde oturum kartımın fotoğrafını eşim cepten çekip bana gönderiyor da bu eziyetten kurtuluyorum.
Öner hazır beni bekliyor. Arabayla yanaşıyor bulunduğum yere, atıyoruz eşyaları arabaya, son sürat limandan uzaklaşıp Oslo’yu gezmek üzere yola çıkıyoruz.
İlk gittiğimiz yer devasa yeşil alan: Vigeland Park. Parkın hemen sağ girişinde Gustav Vigeland’ın heykeli var. Bu ülkenin en büyük heykeltraşı imiş. Adeta şehrin her tarafına imza atmış, sadece bu parka değil… İlerledikçe onun parmak ısırtan çalışmalarını görüyoruz. Yaptığı heykelleri görünce Avrupanın başka şehirlerinde gördüğüm heykellerin formundan ayrı, kendine has bir tarzla karşı karşıa olduğumu hissediyorum. İnsanın ruh halinin değişkenliğini, çocukları, kadın ve erkeği her haliyle taşa işlemiş. Taş (mermer) adeta dile gelmiş konuşuyor. Burda da cep telefonumla bol bol fotoğraflar çekiyorum.
Burdan ayrıldıktan sonra şehri geziyoruz. Güneşli, harika bir gün. Kafeler tıklım tıklım. Her şehrin merkezi bir caddesi olur ya; buranın da merkezi caddesi Carl Johansen Gate.. Bu cadde boyu yürüyoruz. En ucunda taa tepede Kraliyet Sarayı var. Orayı hedef alarak ilerliyoruz. Yol üstünde sağlı sollu dükanlar, küçük parklar, sol tarafta Norveç Parlementosu, ilerde bir üniversite, şehrin tiyatro binası vs. var. En sonunda da Kraliyet Sarayı. Görkemli bir yerde saray. Manzarası güzel. Devası bahçesi turist kaynıyor. Her kesin elinde makinalar, muhafızların nöbet değişimini çekiyorlar; elbette biz de geri kalmıyoruz.
Şehri gezdikten sonra akşam üzeri Oslo’dan içeriye, tam ülkenin göbeğine doğru yaklaşık 200 kilometre yol alıyoruz. Yol boyu koyu sohbetlere dalıyoruz, ara ara da manzaraya takılıyoruz. Almanyadan kat be kat fazla ağaç var burda. Yeşil ağaçların, çamların deryasında ilerliyoruz. Dağlar, tepeler, vadilerin etekleri, düzlükler, göllerin kenarı her yer yemyeşil. İçeri doğru ilerledikçe okuldaki Coğrafya derslerimizden az çok aklımda kalmış fiortları görüyorum. (Derin çanaklar içinde denizleri andıran göller…)
Fagernes’e vardığımızda daha güneş batmamıştı. Öner, eşi ve iki çocuğuyla bu cennet kasabada yaşıyorlar işte. Bir kasaba ancak bu kadar huzurlu, ancak bu kadar doğayla içiçe olabilir. İki dağ sırasının (fiort) arasında bulunan bu kasaba bir gölün çevresinde kurulmuş. Önerlerin evi de göle akan bir derenin tam dibinde. Derenin hışırtısı salonda her zaman duyuluyor. Evle dere arası 15 adım ya var ya yok. Çaylarımızı bu manzaraya karşı içiyoruz salonda.
Ertesi gün sabah kahvaltısını yapıp Öner’in restoranına gidiyoruz. Öğleye doğru ise 10 km kadar uzaklıkta bir başka kasabaya, göl kenarına piknik yapmaya gidiyoruz. Burası da bir başka güzel. Piknik alanında bizden başka bir de Norveçli bir aile var. Bu ailenin gölde küçük bir de botları var, ara ara açılıyorlar.
Bir ara Öner’den olta kullanmayı öğreniyorum. Şansımı denemek için gölün biraz öte tarafına gidiyorum. Ama balık yok. Diğerleri de deniyorlar, onlar da eli boş dönüyorlar. Yemekler yeniliyor sonra. Hava akşama doğru soğuyor. Ne de olsa Norveçteyiz, Ağustos kışın habercisi oluyor burda. Toparlanıp eve dönüyoruz. Yine salonda, dağın eteğinde akan derenin manzarasında sohbet edip çaylarımızı içiyoruz. Geç saatlere kadar ordan burdan, siteden falan konuşuyoruz. Sonra yataklarımıza çeliliyoruz. Deliksiz bir uyku günün tüm getirisi götürüsüne sünger çekiyor, yenilenerek uyanıyoruz güne.
23 Agustos. Restorandayız. Facebook hazretlerine göz atıyorum. Aytekin Yılmaz’ı online görünce kendisine “Dağbozumu”nu evelki gün okuyup bitirdiğimi yazıyorum. Bunun üzerine bir telefon bağlantısı kurarak kitap üzerine kendisiyle konuşmaya başlıyorum. “Nasıl, Yusuf Can sürecin yakıcılığına layık olabilmiş mi?” diye gülerek açıyor telefonu. Kendisine “Aytekin Ağabey, hayat hikâyeni bilmesem cidden dağda kaldığını düşüneceğim, örgütün (partinin) dilini hatmetmişsin âdeta” deyince gülüyor. Konuşmamızın sonlarına doğru “Ernesto’nun Dağları”nı bana imzalayıp göndereceğini söyleyerek adresimi yazmamı istiyor. Seviniyor ve telefonu kapatıyorum.
Gündüzleri Öner’den ayrılıp kitabımı okumak üzere göl kenarına gittiğimde elim ara ara cebime gidiyor, her defasında internetin olmadığını hatırlayınca tekrar cebi yerine koyuyorum.
Ne büyük bağımlılık şu cep telefonu! Evde ve restoranda olunca internete bağlanıyorum, bu mekanlardan uzaklaşınca internetle bağım kopuyor haliylen. İnternetle bağımın kopması, hayatla da bağın kopması gibi.
3 gün boyunca gölün kıyısına giderek âdeta kendime küçük bir terapi uyguluyorum. Tam istediğim ortam. Sessizlik, kitap ve huzur. Elimde Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar Yasına Gider” romanı. Romanın son derece basit hikayesi yazarın betimlemeleriyle kelimelerin cümbüşüne dönmüş. Usta işi kimi sözlerin altını çize çize okuyorum.
Pek araba sesi duyulmayan bu kasabada gölün kıyısına oturup kitap okumak da varmış şu hayatta, hey hat! Sık sık Öner’e, “Kafa dinlemek, kitap okumak, kitap yazmak için burası birebir” diyorum. O da Selim Ağabey’in kulaklarını çınlatıyor: “Ya işte Selim Abi gelseydi, onun için süper olurdu”.
Gölün bir tarafında bir grup kızlı erkekli genç üçer kişiden oluşan iki grup oluşturup kürek çekiyorlar.
Kıyıdakiler ise alkış ve tezahüratlarla kürekçilere destek veriyorlar. Gözüm bir ara onlara takılıyor. İçimdeki cehennem burda da peşimi bırakmıyor: “Dünya böyle işte, herifler hayatın tadını çıkarırken, bunların yaşıtlarını islam çoğrafyasında cennet vaadiyle intihar bombacısı yapıyorlar! Gençliklerinin şafağında ölümle sınanıyorlar! Hey kavun g..lü dünya hey!”
Fagernes’te son gün Öner’in eski motoruyla göle açılıyoruz. Ben gölün görünenden ibaret olduğunu düşünürken meğer göl başka göllere açılıyormuş. “Motoru maviliklere süre süre” eşsiz manzarayla hem gözümüze hem gönlümüze kıyak yapıyoruz. Gölün çapının en geniş olduğu yerde durduruyor motoru Öner. Biralarımızı yudumluyor, fotoğraflar çekiyoruz. Sağlı sollu yükselen dağların ortasında (fiyort), koca gölün içinde bir damla kadarız belkide!
Fagernes’te son gün böyle geçiyor. Sonraki gün dönüş.
27 Ağustos Pazar sabahı ev halkıyla vedalaşıyorum, sevgili Öner’in eşine gösterdiği misafirperverlikten ötürü teşekkür edip Öner’le otobüs durağına gidiyoruz. Dostça sarılıp vedalaşıyoruz Öner’le. Oslo’ya doğru yola koyuluyorum. Saat 10:00’da Oslo’dan Almanya’nın Kiel şehrine kalkacak gemiye yetişeceğim.
Fagernes’i otobüs camından süze süze geride bırakıyorum. Vayy bee, dünya küçükmüş derlerdi ya, öyleymiş…