Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

«Aşkı Erteleyen Devrimler Kaybetti»


Aytekin Yılmaz’la Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Aytekin Yılmaz, dağ gerçeğini gayet yakından kendi gözleriyle görmüş, deneyimlemiş, soğuk hapishane duvarlarına sırtını yaslamış, orayı solumuş bir yazar. Ve o da bir sığınamayan. Tıpkı son romanındaki kahramanlar gibi. Yılmaz, daha önceki kitaplarında da dağın karanlık yüzüne ayna tutmuş, yeraltı sol örgütlerin kendi içindeki çatışmalara, acımasızlıklara yer vermişti. On yıl duvarların ardında yaşamış biri olarak hapishane gerçeğini de resmediyor yazar, duvarlar yıkılıyor ve her şey apaçık ortaya çıkıyor.

Elif Şahin Hamidi: Önceki romanlarınızda da dağın öteki yüzüne, sol örgütlerin kendi içindeki çelişkilerine, çatışmalarına yer verdiniz. Bu konuda söylenmesi gereken daha çok söz var anlaşılan?

Aytekin Yılmaz: Evet, daha söylenecek, yazılacak çok şey var. Çünkü üzerinde konuştuğumuz meseleler sol cenahta konuşulmuyor, tartışılmıyor. Her defasında şimdi zamanı değil denilip erteleniyor. Yazan, konuşan birileri olduğunda da sol çevreler tarafından şeytanlaştırılıp dışlanıyor. “Sığınamayanlar”, bir bakıma daha önceki kitaplarımdan izler taşır ama dağın içini ve solun yeraltı dünyasını konu etmesi bakımından diğerlerinden biraz daha sert ve kapsamlı olduğunu düşünüyorum.

Elif Şahin Hamidi: Sonuçta “Sığınamayanlar”, bir kurgu. Ama belgesel özellikler taşıyan bir roman. Anlatıcı ses Cevher de tıpkı kitabın yazarı gibi hapis yatan biri. Hapishanedeki diğer mahpusların hikâyelerini bir gün bir kitapta dillendirmek üzere dinleyerek notlar alan, günlük tutan bir mahkûm. Cevher, Aytekin Yılmaz’ın yansıması diyebilir miyiz?

Aytekin Yılmaz: “Dağbozumu” romanındaki Yusuf için de benzer şeyi söyleyenler oldu. “Yusuf sensin!” dediler. Ne kadar ben değilim desem de okuyucu sizi bir yere yerleştiriyor. Şimdi de “Sığınamayanlar”da Cevher olduğumu söyleyenler var sizin gibi. Bu soruya vereceğim cevap biraz evet, biraz hayırdır. Ne kadarı benim, ne kadarı değilim? Bunu yazar olarak söylememeliyim. Yazarın işi bunu söylemek olmamalı. Yazar ile okur arasındaki büyü bozulmamalı bence. Bir yandan da hoşuma gidiyor okurun beni kahramanla özdeşleştirmesi.

Elif Şahin Hamidi: Cevher, edebiyatın büyüsünü keşfediyor ve kitaplara sığınıyor. Edebiyatın acıları sağaltan, insanı hayata bağlayan yanı, dört duvar arasındayken de geçerli mi?

Aytekin Yılmaz: Eski bir mahpus olarak hapishanelerde kitaplara olan vefa borcum çok fazladır. Burada ben de Cevher gibi düşünüyorum. Halen daha soruyorum, 10 yıl hapishanelerde beni ayakta tutan şey neydi? Edebiyattı, dünya klasikleri romanlardı ve özendiğim, esinlendiğim roman kahramanlarıydı. Mesela Cevher’in, Victor Hugo’nun “Sefiller”indeki Jean Valjean’ı okumuş olması, onu örnek alması çok zor bir kararı almasında önemli rol oynar. Sonraki zamanlarda buna bir ad koydum. “Jean Valjean İyimserliği”. Hatırlanacağı gibi Jean Valjean, kötü geçmişi olan bir hapishane firarisidir. Ama dışarıda günün birinde başına bir olay gelir. Sonraki günlerde derin bir iç hesaplaşma yapar ve geçmişiyle yüzleşir. O yüzleşmeden sonra çok farklı bir insan olur. Hatırlarsanız Cevher de yoldaş katili Sadık’la karşılaştığında ilk başlarda ne yapacağını bilemez. Sonra “Sefiller” romanının Jean Valjean’ını hatırlar. Karşı karşıya olduğu bu çıkmazı Jean Valjean iyimserliğiyle aşar. Cevher de yoldaş katili Sadık Durmuş’un özeleştirisini samimi bulur. Kötü geçmişiyle yüzleştiğine inanır.

Elif Şahin Hamidi: Dağdaki kadın militanların hikâyeleri içler acısı. Erkenden menopoza giren, silah kullanmaktan elleri; dağ bayır aşmaktan ayakları irileşen kadın kahramanlar var hikâyede. Görünen o ki kadın olmak dağda daha da zor, orada da kadının adı yok…

Aytekin Yılmaz: Sara’yı dağa çıkaran şey tam da dediğiniz şeydir, kadını küçümseyen ona savaşı bile yakıştırmayan erkek aklının sonucudur. Sara kadının da erkekler gibi savaşacağını ispatlamak için dağa çıkar. Birçokları gibi onun da sonu hüsran olur ama bu kadın olduğu için değil, savaş cins ayrımı yapmadan herkesi ezip geçtiği içindir. Önce savaşın cins ayırmadan herkes için vahşet demek olduğunu söylememiz lazım. Bir adım ötede ise tabii ki her savaşın en çok vurduğu kesim çocuklar ve kadınlardır. Romanın kahramanlarından Sara ve Besna uzun süre dağlarda savaşmış kadın gerillalardır. Yaşadıkları acı hikâyeler onları savaşın dışına atar. Bu savrulma isteyerek olmamıştır. Sara bir yerde “Hayallerimi dağlara gömdüm” der. Bu roman bir bakıma hayallerini dağlara gömen kadınların romanıdır. Sara da, Besna da bir savaşta yaşanacak acı hikâyeleri fazlasıyla yaşarlar. Öyle ki savaş sonrasında o acılı geçmişleri bir yerlere sığınamamalarına yol açar.

Elif Şahin Hamidi: Aşk bile yasak dağda ve sol örgütlerin içerisinde. “Yoz ilişki” diye tanımlıyorlar kadın erkek arasındaki duygusal ilişkiyi. Böyle bir ilişki yaşamanın bedeli ise çok ağır: İnfaz. Aşka neden yasak getirildiği üzerine konuşabilir miyiz biraz?

Aytekin Yılmaz: Sol örgütlerde aşk yasağının geçmişi epey bir eskiye dayanır. Rusya’da Bolşevik Parti’nin ilk yıllarına kadar götürülebilir. Türkiye’de soğuk savaş döneminde kurulan radikal sol örgütler bu geçmişten etkilendi.

Kısaca bu yasağı şöyle özetliyorlardı: Devrim asıl büyük amaçtır. Devrimciler bütün enerjilerini devrim yolunda harcamalıdır. Bunun dışındaki bütün uğraşlar talidir ve ertelenmelidir. Ne zamana? Devrimden sonraya… Somut bir teorik dayanak göster dersen, Maksim Gorki’nin “Ana” adlı romanını gösteririm. Roman kahramanı Pavel tam da böyle bir devrimcidir. Sevgiliyle vakit geçirmenin zamanı değildir der ve devrim yapmak için ayrılır sevgilisinden. Gorki’nin “Ana” romanını niçin örnek veriyorum? Çünkü bu roman Türkiye’de sol örgütlerin el kitabıydı yakın zamana kadar. Halen kitlelerine okutan örgütler var bu romanı. Sol örgütlerdeki aşk yasağının teorik arka planı buralara dayanıyor. Pratik uygulamalarda ise kapalı grup özelliğine sahip sol örgüt yapıları, aşk yasağına geleneksel olarak yatkın zaten. Feodal aile ilişkilerinin örgüt içerisinde sürdürüldüğünü görüyoruz. Aşk yasağını en katı biçimde uygulayan örgütler, silahlı mücadele verenler oldu. Savaşırken aşkın, sevmenin zamanı mı şimdi denilerek en masumane ilişki bile “yoz ilişki” denilerek mahkûm edildi. Sonuçları çok acı oldu. Romanda Sara’nın, “Savaş zamanında öldürdüğüm çocuğu barış zamanında doğurmak istiyorum” dediği şey bu yasaklı tarihe göndermedir.

Elif Şahin Hamidi: Bir yerde benzer bir tepki Cevher’den geliyor, “Kendime kalbi olan bir yol seçeceğim” diyor.

Aytekin Yılmaz: Evet, benzer gerekçelere dayanır Cevher’in bu tepkisi de. Bana göre aşkı erteleyen bütün devrimler kaybetti. Bazı şeyleri devrimden sonraya erteleyebilirsiniz ama bu aşk, sevgi gibi insanı insan kılan şeyler olmamalıdır. Rus anarşist Neçayev “Dökülen kan bizi birbirimize bağlar” demişti. Cevher buna itiraz eder. “Bizi birleştirecek olan şey kan değil, sevgiyle beslenmiş vicdan olmalıdır” der. Mesela Cevher’in kaldığı koğuş komününde kimse kimseyi sevmemektedir. Hatta bir yerde eşcinsel ilişkiden dolayı dışlanan Çetin ve Metin için “Birbirini gerçekten seven iki kişi vardı onları da sürdüler ortamdan” der. “Kendine kalbi olan bir yol seç!” romanın ilk cümlesidir aynı zamanda. Cevher hapishanenin birinde sığındığı hücrenin ranzasında tanışır bu sözle. Ve bu sözün peşinden gider. Yaşanmış aşksız, ruhsuz geçmişle bu söz üzerinden hesaplaşır.

Elif Şahin Hamidi: Cevher, sürekli “ben böyle iyiyim” diyerek pek çok şeye boyun eğmiyor. Herman Melville’in sürekli “Yapmamayı tercih ederim” diyen Katip Bartleby’sini hatırlattı bana. Örgüt içinde “yapmamayı tercih etme”nin bedellerinden bahseder misiniz?

Aytekin Yılmaz: Eğer konu itaatsizlikse Cevher de öyle birisidir, kişilik yapısında disipline, hiyerarşiye karşı bir direnç var. Cevher başlarda örgüte katılmamak için epey bir direnmiştir. Bunun için üniversitede bir süreliğine dışlanmıştır. Fakat ülkenin içinde bulunduğu genel hava onu da etkiler. Örgüte katılır ama erken fark eder bazı şeyleri. Özellikle hapishanedeki koğuş yaşamında tanık olduğu bazı pratikler örgüte olan inancını kaybettirir. Örgütün onu yeniden kazanması girişimlerine cevabı “Ben böyle iyiyim” olur. Benzer tepkiyi Kılıç Kalesi Hapishanesi’nde savcıdan gelen “pişmanlık yasasından yararlan” sözlerine olur. Ona da “Ben böyle iyiyim” der. Bir dilekçe yazmamak için on dört yıl hapis yatmayı göze alır. Cevher, itaatsiz bir kişiliktir. Hem devlete hem örgüte direnir. Zaman içinde aslında bütün iktidar erklerinin birbirinden çok da faklı olmadığı sonucuna ulaşır. Hatta bir yerde günlüğüne yazar, “Devletle henüz iktidar olamamış örgüt arasındaki fark ihtiyar kurtla genç kurt arasındaki farktır”. Hangisinin daha zalim veya özgürlükçü olduğunu sıkılmış dişlerine bakarak anlayabiliriz ancak.

Elif Şahin Hamidi: Mezarsız Meryem’in hikâyesi de çok sarsıcı. Örgüt içi infaz edilenlerin mezarı olmuyor ve Meryem de onlardan biri. İki ucuna bir işaret konulan mezar yerini bile kendi adamlarına, yoldaş bellediklerine çok görüyor örgüt.

Aytekin Yılmaz: Gerek Kahır Dağı’na gömülen Meryem’in hikâyesi gerekse işaretsiz mezarlar gerçeği… Günün birinde dağın içi açıldığında bizleri nelerin beklediğinin haberini veriyor. Romanın gelecekten haber veren bir yanı da var bence. Aslında normalde başka devrimlerde ve savaşlarda çok sonraları yazılan şeyi bu roman henüz savaş bitmeden söylüyor. O yüzden en çok aldığım tepkilerden biri de bunları yazmanın şimdi zamanı mı oluyor. Bunu söyleyen akıl için, o zamanın hiç gelmeyeceğini biliyorum.

Elif Şahin Hamidi: Hapishane gerçeğiyle tanışıyoruz romanda. Kapalı kapıların ardında mahpusların ne gibi sorunlarla boğuştuğunu, örgütün, örgüt baskısının içeride de ne kadar hâkim olduğunu açıkça resmediyorsunuz. Bir de roman ‘Özel durumu olan mahpuslar hapishanesi’ni anlatıyor. İlginç mahpusları var. Özellikle trans mahpusların hapishanede bile sığınacak bir yerlerinin olmadığını görüyoruz. Dışarıda dışlanan tüm bireyler burada da dışlanıyor, bu bir tesadüf mü?

Aytekin Yılmaz: Tesadüf değil, çünkü her ülkenin hapishanesi aynı zamanda dışarının bir aynasıdır. Bu anlamıyla özel durumlu mahpuslarıyla Kılıç Kalesi Hapishanesi bu ülkenin bir gerçeğidir. Cevher bir yerde şöyle der, “Bugün nasıl ki burada bir koğuşa sığamıyorsam yarın dışarı çıktığımda da bir yerlere sığınamayacağımı biliyorum”. İçeri ile dışarının nasıl da aynılaştığını birbirinin aynası olduğunu bir cümlede özetlemiş oluyor bize.

Elif Şahin Hamidi: Cevher’in birgün dışarı çıktığında gerçekleştirmek istediği bir hayali var. Sizin hapishane derneği “Mahsus Mahal”de yaptıklarınızı görünce sormak istedim, neydi bu hayal?

Aytekin Yılmaz: Cevher’in hayalleri kendi geçmişinde mağdur edildiği, kendisinin beklediği ama kimselerin yapmadığı şeylerdir. Hapiste bir dönem çok yoksul ve kimsesiz kalır. Geleni gideni arayanı olmaz. Çok etkilenir yıpranır bu durumdan. Hapiste olup da dışarıda bir bekleyeni arayanı soranı olmamak bir mahpus için tarifi zor bir acı demektir. Bu durumda olan bazı mahpuslar zaman içinde ruh sağlığını yitirir. Cevher bu durumda olan bazı mahpuslar için “Yoksulluktan deli oldular” der.

Yıllar sonra içinde ukde olan şey bu durumdur. Kendi kendine söz verir: “Eğer bir gün dışarı çıkarsam hapishanelerde hiç kimsesi olmayan özel durumu olan mahpusların görüşmecisi olacağım” der. Biz şimdi dernekte bu özel durumu olan mahpuslarla ilgili bir proje yürütüyoruz. Bir bakıma Cevher’in hayalini gerçekleştirmek istiyoruz. Eğer terslikler olmazsa bu projeyle birlikte özel durumu olan mahpuslara bir kapı açılmış olacak.

Elif Şahin Hamidi: Savaşın, öldürmenin korkunçluğunun farkına varan, taraf olmamak için direnen kahramanlarla tanışıyoruz kitapta. Savaş karşısında, ölmek/öldürmek karşısında bazen bedeli çok ağır da olsa taraf olmamak mümkün. Son dönemde yaşananlar karşısında barışa dair hâlâ umut var mı sizce?

Aytekin Yılmaz: “Sığınamayanlar” bir savaş romanı olduğu kadar şiddetsizliği savunan, yeri geldiğinde savaşın nasıl da korkunç sonuçları olduğunu hatırlatan bir roman olduğunu düşünüyorum. Kahramanların tümü savaş mağduru. Savaşın özgürlük getireceğine inanmayan kahramanlar var romanda. Cevher bir yerde çok özlü bir cümleyle söyler sözünü: “Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir”. Uzun yıllar dağda kalmış, savaşmış Sara ve Besna’nın örneğinde savaşın dağda gerilla kadınlar üzerinde yaratmış olduğu yıkımı görebiliyoruz. Bu soru Besna’ya sorulduğunda “Özgürleşen kadını değil ama erkekleşen kadını gördüm” der. Savaşa katılan kadının nasıl erkekleştiğini Besna’da görebiliriz. Savaşın başka şeylerin yanında ilk aldığı sonuçlardan biri de insanları riyakâr yapmış olmasıdır. Ateşkesler olur, sonra çatışmalar yeniden başlar. Hapishaneler bazen boşalır, bazen dolar. Gideni geleni çok olur. Dışarıdan yeni gelenler dışarıda olup bitenler hakkında görüşlerini Cevher’e aktarır. Bunlardan birinin söylediği ilginçtir: “Dışarıda herkes düşmanını yanına almış, dostlarıyla savaşıyor” Bir başkası ise “Savaş neredeyse herkesi riyakâr yaptı, doğru söyleyenlerin hepsi dışarıda açlıktan kırılıyor” der. Cevher bunların hepsini not alır, biz de onun notlarından okuruz.

Elif Şahin Hamidi: Sanırım en zoru da savaşmamak için ülkelerini terk edenlerin durumu?

Aytekin Yılmaz: Bence de savaşmamanın bedelinin savaşmaktan daha zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. O yüzden Cevher’in gerçek ideal kahramanları savaşanlar değil, savaşmayanlardır. Savaşanlar birçok bakımdan ayrılıkları olsa da devlet için de örgüt için de savaş kaçkınları, ikisi için de haindir. Cevher ise savaşan kahramanların yanında değil, savaştan kaçan hainlerin safındadır.  

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

seventeen + 11 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla