Dr. Agit / Dr. Sait, 1968 yılında Bingöl merkeze bağlı Çılkani köyünde doğdu.
Büyüdüğü bölge isyan hareketlerinin merkez bölgelerinden biriydi.
Şeyh Sait isyanından sonra yakılıp yıkılan bölgenin acıları henüz diriydi. Köyün üstündeki dingin gökyüzüne, isyan sonrası yenilginin derin hüznü asılıydı.
Daha çocukluk döneminde; analitik zekası ve hızlı kavrama gücüyle, köy ortamının en kısıtlı eğitim imkanlarında bile, en öne sivrilmeyi becerdi.
Onun hayatında hız ve eylem her zaman belirleyici oldu.
Yaşadığı coğrafya; inandıkları için hızla eyleme geçmenin genetik kodlarıyla biçimlenmiş insanlarının, genç ölümlerine tanıklık etti hep.
Ondandır ki Sait; her anına çok büyük zamanlar sığdırdı. Ele avuca sığmayan çocukluk yıllarına, hayatın anlamını farklı yerlerde arama arzusu damgasını vurdu.
Başarılı okul yılları onun hızına yanıt olmayınca, dini eğitime yöneldi. Burdaki soluklanması kısa sürdü. Çünkü kalbinin ritmi ve beynin hızı; ne bu dünyanın, ne de ilahi adaleti başka bahara bırakan öteki dünyalı vaatlerin gölgesinde uyuşuk uyuşuk yatan düşünürlerin ki gibi çalışmıyordu.
O, herşeyden önce bir eylem adamıydı. Bir çoğunun uğruna hayatını yatırdığı, ulaşılması zor mesafelerdeki dünyevi idealler onun için bir solukluk mesafedeydi.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, bu kısa süreli duraklardan biri oldu onun hayatında.
1989 yılının bir bahar ayında, tıp fakültesi kampüsünden, Çukurova’nın pamuk tarlalarına bakan Sait’in aklından şunlar geçti:
‘Bizim kuşak ne büyük savaşı, nede büyük buhranı gördü. Ama yenilmiş bir isyanın geride bıraktıkları, kimi zaman bunlardan çok daha fazladır. Bizim kuşak, yenilmişlerin torunlarına anlattığı hüzünlü zim savaşımız kendi hikayelerimizle.”
Sait önce düşünüp sonra yapan bir adam değildi, düşündüğü gibi yapan yaptığı gibi düşünen bir adamdı.
Dünya üzerinden gelip geçen insanlar içerisinde, kalbi, beyni ve ayakları aynı ritimle çalışan ender insanlardan biriydi.
Kararı kesindi. Okulu terkedip, ulusunun yenilgi hikayelerinin yazıldığı dağlara verecekti yönünü.
Adana’da soba borusu içerisine gizlediği ve bir motosikletin üzerinden karakola fırlattığı roket, Fanonun tarif ettiği sömürgeci vahşetin, Sait’te anında yarattığı eylemsel tepki olması itibariyle, onun hayatını özetleyen önemli anlardan biridir belkide.
PKK’ye katıldı. Merkez komite üyeliği, Amed, Garzan, Orta eyalet ve bir dönem için saha komutanlığı görevini yaptı.
Hiç bir mevkinin dar kalıpları içinde erimedi.
Hiç bir görev tanımı onu tanımlayamadı. Hiç bir ideoloji, onun hızlı çalışan beynine kendi sınırlarını hakim kılamadı.
O, hayata hep inandığı gibi bakan ve öyle yaşayan , her ortamın tartışmasız ama sıradışı lideriydi.
Kısa sürede savaş zekasıyla ve pratik eylem yeteneğiyle herkesin gıptayla baktığı komutandı o.
Kibir ve kompleksle kirlenmemiş ruhu, olduğu gibi akardı çocukça gülüşünden.
Davranışlarına hiç bir zaman, haklı olma ihtiyacı damgasını vurmamıştır.
Camusun dediği gibi, fırtınanın şideti ne olursa olsun, sevdiği denizden vazgeçmeyen martıydı o.
Sıradışı hayatı ve düşünüş biçimiyle, PKK’nin kalıplarına sığacak biri olmadığı kısa sürede anlaşıldı.
Sistem onu dışına atmak istedi.
O ise, zaten hiç bir zaman bu sistemin içinde olmadı .
PKK nin çözüm üretmeyen ve giderek kendini tekrarlayan ve böylelikle de bizim yenilgi hikayelerimize bir yenisini ekleme dışında bir şey vaat etmeyen yapısı, Öcalan’ın yakalanma sonrası daha da katmerleşen çelişik ifadeleriyle, dayanılmaz bir son yaratıyordu kendi mensupları için.
Bütün bu durumların gölgesinde yapılan PKK’nin 7. Kongresinde okunan PKK programı için, hiç kimsenin fısıldayarak bile cesaret edip söyleyemeyeceği bir gerçeği dile getiren Sait :“bu programın TÜSİAD programından bir farkı yok’ ‘benim demokratik cumhuriyet için verecek canım yok bir canım var onuda Bağımsız Kürdistan için veriririm” diyerek ve bütün bu demokratik cumhuriyet hikayesini köklü eleştirerek bir gurup arkadaşıyla 2000 yılında PKK den
O siyasi mücadele pratiğinin her aşamasında tam bir bağımsızlıkçıydı.
Süleymaniye bölgesinde bir süre dağda kalıp inandıklarını gerçekleştirme arayışı içinde olsa da, bunun imkanı ortadan kalkınca, Almanya’ya gitti. Ayrıldığı örgüt ve savaştığı devletten gelen bütün baskılar karşısında ayakta durmayı başararak, bir çoğunun uğrunda denizlerde boğulduğu, Avrupa sisitemi içinde de kısa sürede başarılı bir yere geldi.
Fakat burası da onun denizi değidi. Köyünün üstündeki gökyüzünde, hala yenilmiş isyanların hüzünlü anıları asılıydı.
Üstelik Ülkesinin bir yerleri yine yangın yeri haline gelmişti ve tarihin en vahşi barbar sürüsü İŞİD’in tehdidi altındaydı.
Yine karar zamanıydı. Ailesini, işini, rahat yaşam koşullarını bırakıp savaşın göbeğine hızlı adımlarla giren Sait , cepheye dönüş gerekçesini şu cümlelerle açıklamıştı:
“IŞİD tüm insanlığa karşı savaşan bir örgüttür. Özellikle Ezdi Kürdlere yaptığı uygulamalar, erkekleri öldürmesi, kadınları cariye olarak satması, 21. Yüzyıl’da hala dünyada böyle bir şey olması ve bunun Kürdistan’da vuku bulması, bir Kürd olarak ağırıma gitti. İnsanların yardıma muhtaç olduklarını gördüm. Bunları bir biçimde örgütleyip, bu canilere karşı kendi köylerini, evlerini koruyabilecek bir pozisyona getirilmeleri gerektiğini düşündüm. Buradaki Peşmerge güçleriyle IŞİD’le gönüllü olarak savaşmak isteyen, Ezdi, Hristiyan ve Kürd gençlerini eğitip kendi köylerini, insanlarını korumak için oluşturulan bazı birliklerin daha nitelikli bir savaş yürütebilmeleri için onlara yardımcı olmak için Kürdistan’a döndüm.”
Sait buydu. Düşündü ve yaptı.
Güney Kürdistan’da savaşı yönetebilecek niteliklere sahip bu efsanevi komutana, düşündüklerini gerçekleştirebilecek imkanlar sağlanmadı. Ama Sait, birçoğu gibi kapılar kapanınca ilk uçakla geri dönecek biri değildi.
Cephede olmadığı günlerde arkadaşlarının evinde yatıp kalktı ve deyim yerindeyse, otostopla savaş cephelerine gitti. Sistemin içerisine, yüzüne kapanan kapılara karşılık sızarak girdi.
Bulduğu her boşluğu, inandıklarını gerçekleştirmenin aracı haline getirdi. O, rütbesiz bir Generaldi.
Agirî Gönüllü Peşmerge Birliği Komutanı Dr. Sait Çürükkaya, Musul Operasyonu sırasında, IŞİD’ten alınan Başika’ya bağlı Fazıliye köyünde bir tünel girişinde , mayın temizliği yaparken meydana gelen patlamada, Rojhilatlı arkadaşı Rehim İsmail ile birlikte yaşamını yitirdi.
Geriye; sevenleri için yeri hiç kimseyle ve hiçbir şeyle doldurulmayacak koca bir boşlukla birlikte, büyük bir miras bıraktı.
Bütün bu yenilgili isyan süreçleri ve ardından yaşanan kıyımlara karşı Halkının tek kurtuluşunun Bağımsız bir devlet kurmaktan geçtiğine her koşulda inandı.
Ulusu için bir model olarak, Dubai’yi değil İsrail’i önerdi.
Modern ve profosyonel bir ordu için plan ve projeler geliştirdi.
Yurtseverliği bütün ayrılıkların ve negatif parçalanmışlıkların üzerinde tuttu ve eylemine her zaman yön veren şey bu oldu.
Kendisine karşı yapılan bütün dezenformasyon çalışmalarına gülerek geçti. Maddi dünyanın bütün nimetlerine sırtını dönen son idealistti belkide.
Onun hayatı anlatılması güç bir sadelik bütünüydü.
Bazı şeyler o kadar sadedir ki anlatılması çok zordur, su gibi mesela, rengini ve tadını anlatamazsın ama vazgeçilmezliğini, hayati karekterini bilirsin.
Doktor Süleyman hayatına dokunduğu herkes için bir farkılık yarattı.
Ve veda zamanı geldi. Güneyden başlayan merasimi, hayattayken yarattığı farklılıkların imzasını taşıdı.
Herkes ona ağladı. Ama en çok da Ezidiler ağladı. Bingöl’de ilk kez Ala rengin dalgalandı.
Cansız bedeni omuzlar üzerinde taşınırken; hiç bir lideri büyükleyici slogan atılmadı. Hiç bir tanrının adına methiyeler dizilmedi. Hiç bir liderin yada partinin onu yarattığı söylenmedi.
Hiç bir ideolojinin onu damgaladığından bahsedilmedi. O, küçük çocukların yüreklerinin üzerine taktığı, mütevazi bütçelerle hazırlanmış bir rozetten gülümseyen, kendi ulusunun kendi anadilindeki bağımsızlık aşığı , kahramanıydı.
O kesinlikle sıradışı bir liderdi…..
Şimdi kendinden önce toprağa düşen iki kardeşiyle aynı pencereden bakmakta ve aynı gülüşü ile beklemekte, ideallerinin gerçekleşmesini.